jump to navigation

RUSYA-ABD: “Koalisyonlar Dönemi mi”? 10 Ağustos 2007

Posted by Aybars in ABD, Rusya.
add a comment

From: Senol Kantarcı [mailto:mskantarci@gmail.com]
Subject: Rusya-ABD: “Koalisyonlar Dönemi mi?”

Dr. Şenol KANTARCI
Turkish Forum Danışma Kurulu Üyesi

Soğuk Savaş’ın bitişini ve yeni başlayan süreci ‘Rus Jeopolitiği’ adlı eserinde Avrasya coğrafyası için büyük bir tehdit olarak değerlendiren Aleksandr Dugin, Sovyetler Birliği (SSCB) sonrası Avrasya’daki yeni tabloyu kaygıyla ortaya koyan bir tavırla, yeni ittifakların kurularak karşı konulmaması durumunda, küresel Atlantikçi imparatorluğun Avrasya’daki muhtemel hâkimiyetini, denizin küresel zaferi ve karanın mağlubiyeti olarak değerlendirmiştir. ‘Büyük Satranç Tahtası’ isimli kitabında Zbigniew Brzezinski ise, SSCB’nin dağılışından sonra ortaya çıkan durumu, batı yarı küre’den bir gücün, yani Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin, tek başına ve gerçek anlamda “ilk küresel güç”
olarak hızla yükselişi şeklinde ifade etmiştir. Genel olarak bakıldığında Soğuk Savaş süreci olarak isimlendirilen İkinci Dünya Savaşı sonrası sürecin, küresel manada olmasa da Batı Bloğundaki lideri ya da başka bir deyişle Batı Bloğundaki egemen gücünün yaklaşık olarak 100 yıl boyunca sabırla izlemiş olduğu usta dış politikayla ABD olduğu görülmüştür.

ABD’nin bütün dünyaya lanse ettiği ‘Moskova’da üstlenmiş olan komünist tehdit’ nedeniyle yaklaşık yarım yüzyıl boyunca hem Amerikan kamuoyu hem de Batılı müttefikleri, Amerikan hükümetlerinin silahlanma yarışına büyük destek vermişlerdir. Bir anlamda Soğuk Savaş sürecinde SSCB Batı bloğunda Amerikan üstünlüğünün teminatı konumunu üstlenmiştir. SSCB aniden tarih sahnesinden çekilince ABD’nin hem düşmanı hem rakibi hem de emperyalist saldırılar için gerekçesi elinden alınmış oldu. Böylece SSCB, ABD’ye en büyük zararı, onu rakipsiz bırakarak vermişti. Çünkü büyük güçleri büyük yapan olgu, düşmanlarının büyüklüğüdür. Düşmanı ya da antitezi olmayan bir güç, çürüme veya yok olma tehdidi altına girmiş olacaktır. ABD gerçekte varlığının sebebini ve ilerleyişini Soğuk Savaş süresince neredeyse hep SSCB’ye borçluydu ama artık SSCB dağılmış tarih olmuştu.

1990’ların başında SSCB’nin dağılması ile dünya güç dengelerinde ciddi değişiklikler olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrası bölünen Almanya’nın birleşmesi, Sovyet ekseninden çıkan Balkan ve Doğu Avrupa ülkelerinin Batı yörüngesine girişi, dolayısıyla Varşova Paktı’nın dağılışı, NATO’nun yeni işlevi 20 Eylül 2002’de resmen ilan edilen Bush Doktrini  gibi hadiseler hemen hemen bütün Batılı analizcilerin yorumlarında, ABD’nin küresel anlamda kontrol yetisine sahip olması noktasında tek kutupluluk temelinde isimlendirilen Yeni Dünya Düzeni döneminin başlangıcı şeklinde tasvir edilmiştir. Askeri anlamda ABD’nin büyük bir güce sahip olduğu konusu kabul edilebilir ancak diğer birçok alanda gücün dağılımının çok kutuplu olduğunu görmek gereklidir. Örneğin, ABD, Avrupa Birliği (AB), Japonya, Rusya Federasyonu (RF), Çin ve diğerlerinin rızası olmadan ticarette, antitröst ve mali düzenleme konularında kendi istediği konuları elde edemez. Bunu görmezden gelerek genel tabloyu Amerikan hegemonyası olarak isimlendirmek de mantıklı değildir. Daha birçok alanda güç, çok geniş bir alana dağılmış devlet ve devlet dışı aktörler arasında karışık olarak örgütlenmiştir.

Batılı strateji uzmanlarının (istisnalar hariç) tamamına yakınının Soğuk Savaş sonrası dönemi, tek kutuplu Yeni Dünya Düzeni şeklinde isimlendirmesi düşüncesinin temelinde, dağılmış olan Sovyet İmparatorluğu’nun tekrar toparlanamayacağı noktası hâkimdir. Hatta bu strateji uzmanları, SSCB sonrası ABD politikaları hakkındaki analizlerini daima bu nokta temelinde şekillendirmiş ve öngörülerini geçen 17 yılda ve gelecek yıllar için bile buna göre şekillendirmişlerdir.

Bu makalede, Soğuk Savaş sonrası süreçte ABD’nin Avrasya coğrafyasındaki politikalarının gelinen noktadaki sonuçları ile SSCB sonrası Rusya Federasyonu RF’nin ABD’ye ve bölge ülkelerine yönelik politikalarının genel seyri detaya inilmeden incelenmiştir.
İncelemenin temel çıkış noktasını ise, birçok Amerikalı strateji uzmanının Batı merkezli görüşlerinin aksine, tek kutuplu Yeni Dünya Düzeni sürecinin hâkim olacağı bir sürecin değil, aksine 21.yüzyılın ilk yarısının bir “Koalisyonlar Dönemi” olarak süreceği öngörüsünün temel yapı taşlarını oturtmak olmuştur.
Soğuk Savaş Sonrasından II. Bush Dönemine ABD Soğuk Savaş siyaseti, ABD ve SSCB’nin kendi bloklarını siyasal olarak kontrol edebilme gücüne ve yeteneğine bağlı olarak şekillenmişti.
Kendi bloklarını kontrol yetisine ABD ekseninde bakıldığında mevcut durum, ABD’yi bir taraftan Batı bloğunun lideri yapmış diğer taraftan da SSCB’yi kuşatarak bu ülkenin harekât alanlarını kısıtlamayı başaran bir konuma taşımıştı. İddialı bir söylem olsa da belki de SSCB bir abartıydı, aynı şekilde Komünizm tehdidi de ve bunun tek farkında olanı ise, ABD’ydi. Öyle ki ABD bu durumu Soğuk Savaş’ın sonuna kadar ustaca kullanmasının yanı sıra Batı bloğundaki liderliğini bu senaryo ile devam ettirmesini de bilmiştir. Oysa Soğuk Savaş sonrası süreçte SSCB’nin dağılması bir anlamda ABD’nin Batı bloğu üzerindeki liderliğini sorgulayan yeni yapılanmaların da güçlü bir şekilde ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. 1990’ların ikinci yarısından itibaren AB, Batı bloğunda ABD liderliğini sorgulayan siyasal ve ekonomik güç olarak kendisini göstermeye başlamıştır. Batı bloğu içerisinde yeni bir güç olarak kendisini göstermeye başlayan AB’ye rağmen ABD, geçen son elli yıldaki liderlik vizyonunu kaybetmediğine inandığını göstererek özellikle 11 Eylül sonrasında Avrasya’daki operasyonlarında uluslararası hukuk kurallarını dahi ihlal etmeye başlamıştır.

ABD’yi dış politika hedeflerinde, uluslararası hukuk kurallarının dışına iten sebebin, özellikle 11 Eylül sonrası süreçte kendisinin ortaya koyduğu yeni güvenlik algılaması olduğu söylenebilir.
Muhtemelen 11 Eylül öncesinde geliştirilmiş olan ancak, Amerikan yönetimi tarafından 11 Eylül ile bağlantılı oluğu açıklanarak ortaya konulan Bush Doktrini, ABD’nin güvenlik kavramına ve tehdit algılamalarına yeni yaklaşımını ortaya koyarken aslında bu algılamanın
11 Eylül’den çok daha önce -her ne kadar açık bir şekilde ifade edilmese de bunun alt yapısının- oluşturulduğu 1991 ve 1999’daki NATO konseptlerinde gözlemlenmiştir.

NATO Stratejik Konseptinde açıkça ortaya konmayan ancak Bush Doktrini’nde ortaya konulan yeni güvenlik stratejisi/yeni stratejik kayma, Soğuk Savaş sonrası dönemde uluslararası güvenlik alanına da yeni bir boyut getirmiştir.

Amerikan dış politika ve diplomasi geleneği, ‘doktrinler’ temeli üzerine kurulu gibidir. Monroe doktrininden Eisenhower doktrinine, Carter doktrininden Nixon doktrinine, Truman doktrinine ve son olarak Bush doktrine kadar birçok doktrin Amerikan dış politikasını belirli dönemlerde iki kelimeyle özetlemiştir. Aslında, doktrin olarak formüle edilmiş olan bir çeşit dış politika yaklaşımlarının, gerçekte birer doktrin mi veya Amerikan başkanlarının belirli dönemlere, kendi isimlerini yazdırma çabası mı yoksa Amerikalıların her şeyi kısaltma veya formüle etme konusundaki maharetlerinin “dünyayı özetleme” boyutu mu olduğu da tartışılabilir.

11 Eylül sonrası Bush Doktrini ile ABD, NATO dahil olmak üzere uluslararası kuruluş ve kurallara artık daha az bağlı bir şekilde hareket edeceğini açıkça ortaya koymuştur. Amerikan yönetimi 11 Eylül sonrası ‘kitle imha silahlarının terör şebekelerince kullanılması ve ABD’nin petrol kaynaklarına erişim imkânlarının bu terörist gruplar ve destekçisi devletlerce sınırlanması’ gibi tehditlerin gerçekleşmesini beklemeyeceğini açıklamıştır. Artık ABD, müdahalede bulunmak için, klasik uluslararası hukukun gerektirdiği saldırının ortaya çıkmasını beklemek yerine kendi güvenliğine yönelik tehdidi algılar algılamaz kendisi güç kullanacaktır. 11 Eylül 2001’den yaklaşık bir yıl sonra 20 Eylül 2002’de ABD Başkanı Bush “Ön Alıcı (preemptive) Güç Kullanımı/Ön Alıcı Askeri Müdahale Stratejisi” ne geçildiğini açıklamasıyla bu durum, fiiliyata geçileceğinin resmi söylemi olmuştur. Bunun en açık şekilde yorumu ise, şöyleydi:  Artık ABD, istediği zaman, istediği yere, ister NATO’nun kullanımıyla, mümkün olmazsa tek başına güç kullanabileceğini ilan etmiştir.

Bush Doktrini, ABD yönetiminin, dünyaya ‘tek lider benim’ mantığıyla yaklaştığını göstermesi bakımından önemlidir. Bunu, ABD’nin kendisinin belirlediği yeni konumunu ifade etmekte kullandığı ’emsalsiz’, ‘eşsiz güç’ kavramlarından da anlamak mümkündür. Ayrıca belgede RF, Çin, Hindistan, Japonya, AB ile çeşitli Asya ve Afrika ülkeleriyle ilgili cümlelerde, bu ülkelere yönelik kibirli bir şekilde tepeden bakma havasının, özellikle oluşturulmuş olduğu da görülmüştür.

Önleyici savaş ile ABD’nin, uluslararası sistemden istediği zaman kopmasını/ayrılmasını/ihlâl etmesini veya daha samimi bir ifadeyle, üstünlüğünün ve hegemonyasının, uluslararası hukuk ve kurumlarını hiçe sayarak pervasızca uygulaması olarak da değerlendirilebilir.

Önce Afganistan’ı daha sonra Irak’ı işgali, ABD’nin bu güç kullanımını göstermesi bakımından önemlidir. Bundan sonra ABD, Avrasya’da bir zamanlar SSCB’nin etkin olduğu sahalarda etkin rol oynamaya başlamış, bu durum ise, kabuğuna çekilen RF’yi ve RF’nin yeni müttefiklerini, karşı tedbirler almaya zorlamıştır.

Soğuk Savaş Sonrasından Putin Dönemine Rusya Federasyonu SSCB dağıldıktan sonra büyük bir şaşkınlık geçiren yeni RF, şaşkınlığını atar atmaz 1995 yılı itibariyle Yakın Çevre Doktrini’ni gündeme getirmiştir. Bu doktrin doğrultusunda özellikle eski Sovyet cumhuriyetlerini kendi komşuları olarak tanımlamış ve buralarda kendi çıkarlarının olduğunu belirterek, bu ülkelerin başka ittifaklara katılmasını önlemek için Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) adı altında bir örgütlenmeye gitmiştir. Bu yapılanma ile RF, Orta Asya, Kafkasya, Baltık ve Balkan ülkelerini kendi kontrolü altına almaya çalışmıştır. SSCB sonrası RF’nin kendi çıkarlarını ve iddialarını sürdürmesi, bu ülkelerin, AB, Atlantik ittifakı, Türkiye, Çin ve İslâm dünyasının kontrolüne girmesinin önüne geçmek ve RF’nin Avrasya üzerindeki hâkimiyetini ve iddiasını sürdürmesi şeklinde algılanabilir. Ancak, SSCB sonrası geçen yaklaşık 17 yıllık süreç, RF’nin beklediği etkiyi yaratmadığı şeklinde de yorumlanabilir. Fakat diğer taraftan da RF’nin on yıldan az bir sürede yükselen petrol fiyatları nedeniyle ilerleyerek, ekonomisini düzeltmesi ve hızla büyüyerek bir refah ülkesi konumuna gelmesi de küçümsenmeyecek kadar önemlidir. Yine de bu dönemde, güneydeki Türk cumhuriyetleri, Baltık ülkeleri ve Güney Kafkas ülkeleri kısa bir süre Bağımsız Devletler Topluluğu olarak yaşadıktan sonra birer birer bağımsızlıklarını açıklamışlardır. Bunun dışında Moldova, Ukrayna, Belarus dışında diğer Doğu Avrupa ülkeleri Batı Avrupa ile bütünleşme yoluna girerek AB’ye üye olmaya başlamışlar, Balkan ülkeleri önce NATO sonra AB ile ilişki geliştirmişlerdir. Ayrıca AB, Güney Kafkasya’da Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’a gelecek için yeşil ışık yakarak ilişkilerini geliştirme politikası takip etmiştir. 1995 yılında Çeçenistan’ın bağımsızlık istemiyle Rusya ile çatışmaya girmesi, Hazar petrollerinin İran, Gürcistan ve Rusya üzerinden Avrupa’ya ulaştığı son derece stratejik coğrafyada bulunan bu ülkeden, RF’nin vazgeçmek istememesi nedeni ile büyük gerginlikler yaşanmıştır. Bu süreçte RF için en ciddi kayıplardan birisi de, Rusya’nın emperyal bir güç haline gelmesini sağlayan Ukrayna’nın, dolayısıyla da Volga dışında kalan ve özellikle Dinyeper ve Dinyester nehirleri ile bunların arasında kalan bölgelerin Rus etkinliğinden çıkışı ile yaşanmıştır. Bölgenin kaybı Sovyet sonrası Rus gücünün zayıflamasının da ana göstergelerinden birisi olmuştur. 1999 yılında ise, Yugoslavya’ya ABD müdahalesinin gerçekleşmiş olması ve parçalanan Yugoslavya içindeki RF’nin Balkan coğrafyasındaki kalesi olan Sırbistan üzerindeki nüfuzunu da kaybetmesine sebep olmuştur. Diğer taraftan 11 Eylül sonrası başlayan süreçle, ABD’nin Afganistan’a girişi, genel olarak Orta Asya’da askeri yapılanmalar kurmasına imkân tanımıştır. ABD’nin ve AB’nin Avrasya’daki yayılmacı politikalarına karşı bu defa RF, Çin ile yakınlaşarak Kırgızistan, Kazakistan ve Tacikistan’ın da katılımıyla 1996’da Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)’nü kurmuştur. Özellikle Afganistan’daki Taliban’ın İslâm devrimi ihracı politikalarına ve bölge ülkelerine yönelik terörist faaliyetlere karşı Şanghay Beşlisi olarak adlandırılan ülkeler, dayanışma içerisine girmişlerdir. Bu oluşum ile başlangıçta askeri ittifak ve bloklaşma söz konusu değilken, Atlantikçi bloğun Avrasya’daki yapılanması olgusuna karşı Asya-Pasifik dayanışmasının temelleri atılmıştır. Böylece ŞİÖ ile RF gelecekte Orta Asya’nın kapılarını Batı kanadına yani AB ve ABD’ye sınırlandırmak/kaptırmamak/kapatmak için bir koalisyon oluşturma yolunda önemli mesafe kat etmişlerdir.

ABD’de II. Bush-RF’de Putin Dönemi: Yeni Sürecin Başlangıcı Clinton dönemi ABD dış politikası, AB ve RF’yi birer güç merkezi olarak ortaya koyar ve ABD’nin lokomotif gücü altında üçlü denge sistemi olarak tanımlanır. ABD’nin Soğuk Savaş sonrası sürencin ilk etabında her iki oyuncuyla birlikte güçlü ittifak ve işbirliği ilişkilerini zorladığı söylenebilir. Askeri ittifakları da içeren söz konusu işbirlikleri, Avrupa, Balkan bölgesi, Kafkasya, Orta Asya ve İsrail-Türkiye eksenli Orta Doğu bölgelerini esas almış ve işbirliğine katılan bütün aktörler bu ittifakta bir şekilde yer almışlardır ve/veya yer almak zorunda kalmışlardır. SSCB’nin dağılması ve iki bloklu yapının yıkılması ile 11 Eylül arasında geçen zaman aralığında ABD-RF ilişkileri; Kafkasya ve Orta Asya’da birlikte davranma, Avrupa ve Balkan bölgesinde RF’nin ABD’den bağımsız hareketine engel olma ve Orta Doğu’da ABD egemenliğinin kabul edilmesi çerçevesinde gerçekleşmiştir.

Clinton döneminde barışçıl politikalar çerçevesinde uygulanmasına çalışılan ‘pax amerikana’, müttefik ya da partnerleri tarafından aynı hararetle savunulmamış, hatta endişelerle karşılanmıştır. ABD’nin Balkan krizine yaptığı müdahale, Kuzeyden Keşif Harekatı’yla Irak konusunda diğer aktörlerin saf dışı bırakılması, NATO’nun AB genişleme perspektifindeki ülkeleri genişleme projesine dahil etmesi, AB-RF yakınlaşmasının bir ortak strateji kapsamına sokulduğu dönemde ABD-RF ilişkilerinin artırılması, Çin ile AB ülkelerinin ekonomik alanda ilişkilerini geliştirmeye kalkışması esnasında ABD’nin bu ülkeyi Dünya Ticaret Örgütü’ne dahil etmeye başlaması, Avustralya ve Yeni Zellanda ile stratejik ortaklık konusunda güven tazelemesi, Filistin-İsrail anlaşmazlığı konusunda diğer aktörlerin bertaraf edilmesi ve Bakü-Ceyhan Boru Hattı projesi başta olmak üzere yeni enerji projelerinin desteklenmesi gibi bir çok gelişme, endişelerin artmasına yol açmıştır.

ABD ile eski ve yeni partnerleri arasında beklenti ve görüş farklılıkları, öncelikle NATO içerisinde gündeme gelmiş, ancak ABD’nin NATO içerisindeki gücü nedeni ile ABD’ye karşı ciddi bir karşı çıkış yaşanmamış ve NATO’nun yeni koşullara uygun bir yeniden yapılanma dönemine girmesi söz konusu olmuştur. Mevcut durum, AB gibi dünyanın başka bölgelerinde de değişik güvenlik örgütlenmelerini teşvik edici bir durum yaratmıştır. AB güvenlik ve savunma yapılanmasını ABD’ye rağmen işlerliğe geçirmeye çalışırken ŞİÖ, ve GUUAM gibi güvenlik platformlarının gelişmesi söz konusu olmuştur. Bu gelişmeler, ABD’deki barışçıl politikalar dönemine denk gelmiş olsa da özü bakımından bunlar barışçı yollardan hegemonik istikrarın sağlanması girişimi olarak isimlendirilmiştir. Ancak George W. Bush’un iktidara gelişi ve
11 Eylül olayının ardından, ABD’nin ‘barışçıl hegemonik istikrar politikası’nın yerini ‘çatışmacı hegemonik istikrar politikası’
almıştır. Böylece, Afganistan ve Irak savaşlarıyla birlikte ABD, kendisine karşı çıkan RF, Çin, AB ülkelerinden Almanya ve Fransa gibi devletlerin karşı çıkma politikalarını da bertaraf etme amacı gütmüştür. Yani, ABD’nin, Clinton döneminde işbirliği yöntemleriyle yürüttüğü müttefiklerin çevrelenmesi politikası, George W. Bush döneminde çatışmalarla müttefiklerin çevrelenmesi politikasına dönüştürülmüştür.

Bush Doktrini’nde ABD, RF’nin politik zayıflığını açıkça belirtmiş hatta bu zayıflığın Rus üst düzey yetkililerince de kabul edildiği ifade edilmiştir. Aynı RF’den diğer önemli küresel güç merkezlerinden birisi olarak bahsedilmesi, ABD’nin kendisini konumlandırdığı politik pozisyon hakkında da bilgi vermesi bakımından önemlidir. ABD, RF’den Euro-Atlantik toplumuyla ve özelde ise, ABD ile uzun dönemli ilişkilere dönük bir değişim içerisinde olmasını istemiştir. Aslında bir anlamda ABD, bundan sonrasında Avrasya coğrafyasında yer alacağını ve bu yeni durumu RF’nin kabullenmesi gereğini vurgulamıştır.

RF’nin toparlanma sürecini de kaplayan bu dönemde ABD rahat hareket kabiliyeti bulmuştur. RF’nin içerisine düştüğü siyasal ve ekonomik krizler bu tür bir ilişkinin geliştirilmesinin zeminini oluşturmuş, ABD krizlerin aşılmasında önemli roller üstlenerek RF’yi NATO genişlemesi, ABD-Gürcistan, ABD-Kırgızistan ya da ABD-Özbekistan ilişkilerinin geliştirilmesi gibi konularda ikna ederek Avrasya’da ABD yapılanmasını gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bir diğer konu da, enerji rotalarının güvenliği ve istikrarı konusunda gerek politik gerekse askeri girişimler yapmaktan çekinmeyen ABD’nin, dünya petrollerinin önemli bir kısmını Batı’ya taşıyacak enerji güzergahı olan Gürcistan, Azerbaycan ve dolayısı ile Kafkasya üzerinde Çeçen kartını kullanarak, RF’nin bu bölgeye baskı kurmasına ve bu şekilde bir istikrarsızlığın ortaya çıkmasına müsaade etmeyeceği şeklinde çıkışlar yapmıştır.

11 Eylül sonrasında Afganistan’a yapılan müdahale sırasında RF-ABD ilişkilerinde henüz açığa çıkmayan bazı paradoksal durumlar kendisini göstermeye başlamıştır. Afganistan’a yapılan müdahalenin terörle kapsamında radikal İslamî gruplara karşı mücadelesinde RF ile ABD politikalarında önemli örtüşme sağlanmış ancak mücadelenin yöntem ve taktikleri konusunda aralarında görüş ayrılıkları doğmaya başlamıştır.
RF, Afganistan’daki müttefik askeri varlığı içerisinde kendisine ABD tarafından verilen yerin ve görevlerin kendi beklentileri ile uyuşmadığını görmüştür. ABD, Afganistan’a yönelik müdahalesinin meşruiyetinin sağlanması sırasında yanına aldığı RF’ye Afganistan’ın yeniden yapılandırılması sürecinde RF’nin beklediği oranda yer vermemiş ve dolayısıyla dünya politikalarında RF ile birlikte davranmama olasılığını ortaya çıkartmıştır. Aslında RF, ABD’ye verdiği Afganistan desteğine karşılık bazı bölgelerde serbest kalacağını düşünmüştü. ABD’nin Orta Asya, Kafkasya ve Balkan bölgesindeki askeri varlığını sürdüreceğinin ortaya çıkması ve RF’nin de bu bölgelerde kendisinden bağımsız bir güç olmasına yanaşmayacağının netlik kazanması, Putin’le yeniden toparlanan RF’yi AB’nin, özellikle ABD’ye karşı temkinli davranan iki önemli gücü durumundaki Almanya ve Fransa ile yakınlaşmaya zorlamıştır. Bu dönemde ABD, Anti-Balistik Füze Antlaşması’ndan çekilmiş ve bu yöntemle RF’nin kendisini sınırlama imkânlarından birisini bertaraf etmiştir.

Moskova-Washington Gergin Bir Sürece Doğru mu?: Putin’den Beklenen Sert Çıkış 2000’li yıllar Putin’li RF’nin yeniden oyun sahnesine çıkışına tanıklık ederken RF’nin eski uyduları ve yakın bölgesinde ABD’nin rahatça hareket etmesine duyduğu kaygıyı da artık açıkça dillendirdiği süreci başlatmıştır. Bunun en somut örneklerinden birisi, 10 Şubat 2007’de 43. Münih Güvenlik Politikası Konferansı’nda RF Devlet Başkanı Vladimir Putin’in konuşmasında bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır.
Konferans’ta Putin, bir ülkenin ‘dünyada tek yönetici hakim’ yaratma çabasını eleştirmiş ve bunun sadece mevcut sistem içerisindeki herkes için değil, aynı zamanda hakim güç için de zararlı etkiler doğurabileceğini savunmuştur. Putin bu konferanstaki konuşmasında:
“Bugün, uluslararası ilişkilerde askeri gücün neredeyse sınırsız kullanımına şahitlik ediyoruz. Bu güç, dünyayı daimi çatışmalara sürüklemektedir. .Uluslararası hukukun temel ilkelerinin her geçen gün artan bir şekilde küçümsendiğini görüyoruz. Ve aslına bakacak olursak, bağımsız yasal normlar, gittikçe bir devletin hukuk sistemine benzemektedir. Bu tek devlet, en önemlisi ve en başta ABD, her yönden ulusal sınırlarının ötesine geçmiştir. Diğer uluslara dayattığı ekonomik, siyasi, kültürel ve eğitimsel politikalar bunun kanıtıdır.
Peki, bundan kim hoşnut? Kim bundan memnun kalıyor?” diyerek, 1990 sonrası RF’nin ABD’ye karşı yapılmış olan en sert çıkışını dillendirmiştir. Putin, Soğuk Savaş sonrası yaratılmaya çalışılan suni ve tek kutuplu yapının, tek bir egemen gücün, dünyayı tek başına yönetme sevdasına düştüğünü ancak bunda da başarılı olamadığını, insanlığın tarih boyunca tek kutuplu dönemler geçirdiğini ve dünya liderliğini elde etme arzularına şahitlik ettiğini ancak bir anlamda bazılarının da bu arzusuna erişemediğini belirterek üstü kapalı ve/veya gayet açık bir şekilde ABD’yi eleştirmiştir. Sadece ABD’yi değil bütün Batı cephesini sert bir üslupla eleştiren Putin, bundan sonraki sürecin çok kutupluluğa doğru kaydığını ifade ederek, NATO, ABD veya AB gibi güçlerin kendi inisiyatiflerini kullanarak güç kullanımlarının yanlış olacağını, Birleşmiş Milletler (BM)’in fonksiyonun ön planda tutulması gereğini vurgulamıştır. Konuşmasında Avrupa Güvenlik İşbirliği Teşkilatını (AGİT) da mevcut işleyişi bağlamında olumsuz bulduğunu ve bu teşkilatın gerçek görevini yerine getirmesi gerektiği konusunda uyarmıştır. Putin, Ekonomik alandan, güvelik alanına bundan sonrası için RF’nin de artık önemli bir aktör olarak kendisini göstereceğini, üzerine basa basa ifade etmiştir.

Putin’in 43. Münih Güvenlik Politikası Konferansı’nda ki beklenmeyen sert çıkışı ABD’liler ve Avrupalılar arasında şok etkisi yaratmış hatta bazı analizcileri “Yeni bir Soğuk Savaş’ın başlangıcı mı?”
noktasında düşünceye sevk etmiştir. ABD ve İngiliz medyası Putin’in açıklamalarına aynı sertlik ve kızgınlıkta tepki vermişlerdir.

RF-ABD İlişkilerinde Gerginlik Yaratan Anlaşmazlık Konuları RF ile ABD arasında son dönemde ilişkileri geren en önemli konuların başında, Kosova’nın geleceğine ilişkin tartışmalar ve füze savunma sistemlerinin yerleştirilmesi hadiseleri gelmiştir. Amerikan yönetimi, NATO aracılığıyla Çek Cumhuriyeti’ne bir radar sistemi, Polonya’ya ise 10 füzesavar roketi yerleştirmeyi planladığını birçok platformda dillendirmiştir. RF, ABD’nin Avrupa merkezli bir füze savunma sistemi oluşturulması fikrine soğuktur. Putin, ABD’nin Polonya ve Çek cumhuriyetine yeni bir füze savunma sistemi yerleştirilmesine karşı çıkarak bu savunma sisteminin yerleştirilmesi halinde RF’nin kendi füzelerini Doğu Avrupa’ya doğru çevireceği tehdidinde bulunmuştur hatta Moskova yönetimi, bu konuda ne kadar ciddi olduğunu göstermek için de tavrını, yeni bir balistik füze denemesi yaparak göstermiştir.
Putin, ABD’ye Azerbaycan’da SSCB döneminde yapılmış olan radar üssünü ABD ile birlikte ortak kullanmayı önermiş ancak Bush yönetiminden bu konuda olumlu bir yanıt alamamıştır. Bush yönetimi ise, füze savunma sistemleri projesinin İran ve Kuzey Kore’den gelebilecek tehditlere karşı bir önlem olduğunu savunsa da Rusya bu projeyle kendisinin hedef alındığı noktasında bir şüphe taşımamakla birlikte bu durumu da açıkça ifade etmiştir.

RF-ABD arasındaki anlaşmazlık konularından ve ilişkileri gerginleştiren konulardan bir tanesi de Kosova’nın durumudur.
Anlaşmazlıkta, AB ile ABD, Kosova’nın bağımsızlığı konusunda birlikte aynı görüşü savunurken RF, AB ve ABD’nin karşısına çıkmıştır. AB ve ABD yaklaşık olarak 8 yıldır BM yönetiminde olan Kosova’nın bağımsızlığından yana tavır sergilerken RF’nin desteğini alan Sırbistan ise, BM arabulucusunun Kosova’ya uluslararası denetim altında bağımsızlık verilmesine karşı çıkmıştır. Zaten RF, G8 Zirvesi’nden önce 6 Haziran 2007’de Sırbistan’ı destekler mahiyette açıklaması ile ABD ve AB’ın bu konuda yanlarında olmadığını, hatta şiddetle karşılarında olduğunu göstermiştir.

RF-ABD arasındaki anlaşmazlık konularından birisi de İran’ın nükleer çalışmalarını durdurması temelinde ortaya çıkmıştır. G8 Zirvesi’nde RF, Batı kanadı ile birlikte Tahran yönetiminin çalışmalarına duyduğu kaygıya ortak olduğunu, ifade etse de bu konuda RF’nin İran’a karşı fazla bir yaptırımda bulunmayacağı öngörüsünde rahatlıkla bulunulabilir.

Sonuç Yerine: Yeni Sürecin Adı “Koalisyonlar Dönemi”
SSCB’nin yıkılışından sonra mevcut süreçte rakipsiz kaldığını düşünen ABD, SSCB mirası üzerinde kalan RF’nin eski Sovyet Bloku gibi bir süper gücü, karşısında görmek istememiştir. Bu nedenle de gelecekte kendisine rakip düzeye gelebilecek olan devlet yapılanmalarına ya da devletler birliği bloklarına karşı çıkmaya, bunlara izin vermemeye çalışmış hatta olası oluşumları baltalama stratejisi içerisine girmiştir. Soğuk Savaş döneminde büyük hayallerle başlanan AB yapısının, geçen süreçte hızla gelişerek önemli bir güç olarak ortaya çıkması ve ABD’yi sorgular bir şekilde karşısına dikilmesi, ABD’yi rahatsız etmiştir. Aynı şekilde Asya ülkelerinin oluşturduğu Şhangay yapılanmasının bir süre sonra ortak bir askeri güç kurarak bölgesine egemen olma niyetini taşıması ABD’yi gerçek anlamda telaşlandırmıştır.
Diğer taraftan Karadeniz ülkelerini kapsayacak şekilde Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) örgütü’nün kuruluşunu destekler bir pozisyonda bu örgüte dışarıdan destek veren Amerikan yönetimi, ilerleyen dönemde bu örgütü de karşısında görme ihtimali ile karşı karşıyadır.

Merkezi bir güç olarak sadece kendisinin yer alacağı bir dünya imparatorluğu oluşturma planları yapan ABD’nin karşısına birisi Batı kanadında AB adıyla Avrupa Birleşik Devletleri, diğerleri ise, Avrasya coğrafyasında ŞİÖ olarak, diğeri KEİ olarak ve bir diğeri ise, belki de adı bugün için konulmamış olsa da sürekli bir araya gelerek toplantılar yapan Orta Doğu’da yeni bir koalisyon ve/veya yeni bir ittifak olarak kurulması ihtimal dahilinde olan ‘Irak’ın komşuları’ mı olacak?

Artık normal koşullarda kendiliğinden bir küreselleşme değil, ancak rekabet-çekişme koşullarında, bir hegemonya yarışı başlamış bulunmaktadır. Bütün bu gelişmeleri okumaya ve analiz etmeye çalışan Amerikan yönetimi, bu engelleri askeri gücüyle çözmeye kalkışmış, bunu yaparken de uluslararası hukuku göz ardı etme gibi bir anlayışı tercih etmiştir. Zira, egemen bir devletin gücünü kullanarak saldırgan bir dış politika tatbik etmesi, çok alışık olunmayan bir durumdur. 16.
yüzyılın başında yaşayan Floransalı devlet adamı ve tarihçi N.
Machiavelli, meşhur kitabı Prens’de, siyasetin insanlara boyun eğdirme niteliğine dikkat çektiği noktada prensin tavırlarını tartışırken, sevilmekten çok korkutmanın önemi üzerinde durmuştur. ‘Güç’ün dış politikada kullanımı konusunda Machiavelli’yi en iyi özümseyen liderin 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Birleşik Devletlerin savaş yanlısı lideri George W. Bush olduğu konusu, Amerikan dış politikasında izlemiş olduğu politikalarda kendisini açıkça göstermiştir.

ABD, Soğuk Savaş sonrası bir süreçte doğan boşlukta daha çok kendi strateji uzmanlarının baskısı ve tetiklemesi ile tek başına hegemon bir güç olarak bundan sonra kendi varlığını dünyaya kabul ettirme gayretinin içerisine girmiştir. 1990-2002 arası dönemi kendisini ve girmeyi düşündüğü bölgelerdeki alt yapıyı oluşturmakla geçiren ABD, 11 Eylül’ün kendisine sunduğu imkanları bir an önce uygulama safhasına geçirmiştir. ABD’nin uygulama safhasında hesaba katmadığı hususlar ve yapmış olduğu hatalar/başarısızlıklar bundan sonrası için ABD hegemonyasını çok daha tartışılır bir hale getirmiştir ve getirmeye de devam edecektir.

ABD’nin 2000 sonrası izlemiş olduğu oldukça önemli sayılabilecek stratejik taktik hata,-tartışılır olmakla birlikte- 11 Eylül senaryosu ve sonrası süreçte ‘terör’ olgusunu gerekçe göstererek Avrasya coğrafyasına girişi ve bu alandaki varlığını ve kalıcılığını ‘terör’
olgusunda temellendirmesidir. Soğuk Savaş öncesi dönemde komünizmi ötekileştirmiş olan Amerikan yönetimi bu defa Orta Doğu ve Orta Asya’nın zengin enerji kaynakları üzerinde aktif rol oynama ve bölgeye hakim olma stratejisinin temelini, yeni ‘ötekisi’ olan ve İslamî kaynaklı olduğunu ileri sürdüğü ‘terör’ üzerine kurgulama hatasında yapmıştır. Çünkü bundan sonra ABD’nin karşısında yeniden toparlanarak Avrasya’da ABD’yi görmek istemeyen RF ve müttefikleri ile işgal altında bıraktığı ülkelerde yarattığı kargaşa ile Müslüman çoğunluğa sahip olan Orta Doğu’lu devletleri görmesi, yüksek ihtimal taşımaktadır. Zaten, ABD’nin Irak bataklığı sonrasında artık başarılı olunamadığı gözlemlenen, tek kutuplu bir düzenden, bahsetmek doğru olmayacaktır.

 Yine, Soğuk Savaş’ın bitişi ile başlayan yeni dönemi, son 17 yılda yaşanan gelişmeler ışığında Yeni Dünya Düzensizliği olarak nitelendirmek de pek yanlış olmayacaktır. Çünkü Soğuk Savaş sonrası ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri ve bu işgaller sırasında izlemiş olduğu politika/politikalar Yeni Dünya Düzeninin düzensizliğini/disiplinsizliğini ispatlar nitelikte olmuştur.

 Irak’ta petrol için acımasızca katledilen insanlar ve yıkılan kent görüntüleri Hitler tarafından bombalanan Varşova’yı ve Stalingrat’ı hatırlatmaktadır. Aristo, kölelerin Tanrı tarafından efendilerine hizmet etmek için yaratıldığını söyleyerek köleliğin sanki normal bir olgu olduğunu belirtmişti. Eski Atina’da demokrasi yalnız ‘özgür yurttaşlar’ için öngörülmüştü. ABD’nin dünya için demokrasi ve insan hakları ile kendi yurttaşları için öngördüğü hakların tamamen farklı olması, eski Atina’dan bu güne fazla değişen bir şey olmadığını ispatlar niteliktedir.

1990-2002 sürecini belirsizlik dönemi olarak tanımlamak da elbette ki mümkündür. 11 Eylül 2001 olayından yaklaşık bir yıl sonra açıklanan Bush Doktrini ile ABD’nin büyük askeri gücüyle kıtalar arası operasyonlara girişmesi ve istediğini elde edememesi hatta başarısız olması bundan sonraki sürecin nasıl gelişeceğine dair ipuçlarını da vermiştir/vermektedir. Soğuk Savaş süreci kendi şartları içerisinde oluşmuş ve 1990’ların başında bitmiştir. Ülkelerin birbirlerine bağımlı bir şekilde geliştirdikleri ekonomik ilişkiler, aynı şekilde enerji ve uluslararası ilişkiler ağının bu kadar iç içe girdiği bir süreçte bundan sonraki dönemi yeniden Soğuk Savaş olarak adlandırmak pek mümkün görünmemektedir. Yeni sistemin oturmasına kadarki geçen süreçte zaman zaman gerginlikler ve/veya krizler mutlaka yaşanacaktır.
Belki kısa bir geçiş dönemi olarak ‘kötü ilişkiler’ süreci de yaşanacaktır. Ancak, bu durum yerini bir süre sonra iyice oturmuş ve şekillenmiş olan ve mütekabiliyet esasına dayanan “Koalisyonlar Dönemi” ne bırakacaktır. Koalisyonları kimler mi oluşturacak? Yine en iyi öğretmen tabiî ki tarih olacaktır burada, 1815 Viyana Kongresi’ne kadar uzanan Napolyon dönemi koalisyonlar sürecini iyi okuyup, iyi analiz etmek lazım. Tabiî ki, Viyana Kongresi kararlarındaki hatalara düşmeden yapmak gereklidir.
http://www.turksam.org/tr/yazilar.asp?kat1=3&yazi=1319