jump to navigation

Zeitgeist 16 Eylül 2013

Posted by Aybars in Uncategorized.
add a comment

Zeitgeist

Hristiyanlık saffsatalarının özeti.

Kabe’ye İngiliz Derin Görüntüsü 16 Eylül 2013

Posted by Aybars in Uncategorized.
add a comment

Kabe'ye İngiliz Derin Görüntüsü

Tehlike 16 Eylül 2013

Posted by Aybars in Uncategorized.
add a comment

Tehlike

Barzani Dedikleri 16 Eylül 2013

Posted by Aybars in Uncategorized.
add a comment

Barzani Dedikleri

Türkiye-Polonya İlişkilerinin Gelişimine Katkıda Bulunanlar 2 Temmuz 2009

Posted by Aybars in Polonya.
add a comment

 Türkiye ile Polonya, tarihin her döneminde çok iyi ilişkiler içerisinde, dostluklarını sürdürmüşlerdir. Çok eski tarihe gitmeden; Türk ve Leh uluslarının, ilişkilerine bir göz attığımızda görülen manzara şudur: 1386’da Litvanya Prensi Wladyslaw Jagiello Lehistan Kraliçesi Jadwiga ile evlendi. Daha önce pek önemsenmeyen Lehistan’la Litvanya, bu evlilik sayesinde Avrupa’nın dikkatini çektiler. 1387’de Boğdan Prensi Petro’nun, Lehistan’ın himayesine girmesiyle Lehistan-Litvanya Krallığı, hem büyük ve güçlü bir devlet haline geldi; hem de, Osmanlı İmparatorluğu ile sınır komşusu oldu. 1414’te Osmanlı Devleti’ne ilk Polonya sefirleri geldi. Bu sefaret, Osmanlı İmparatorluğu ile Lehistan-Lituanya Krallığı arasındaki resmi ilişkilerin başlamasını sağladı. O dönemde Macaristan’ı himaye altına almak, gerek Lehistan, gerekse Osmanlı İmparatorluğu için önemli bir sorundu. 1439’da, Osmanlı Sefiri, o zamanki başkent Krakov’a geldi. Gelişinin amacı, Macarlara karşı işbirliğini sağlamaktı. 1440’da Leh Kralı III. Wladyslaw Warnenczyk (Varnalı Vladislav) ‘ın Macaristan Kralı seçilmesi, Leh-Osmanlı dostluk havasının değişmesine yol açtı. Genç Kral, Polonya asilzadelerinin önerileriyle Osmanlı’ya karşı bir sefere hazırlandı ve 1444’te aslında Lehler arasında pek taraftar bulmayan, hatta resmen Lehistan tarafından da desteklenmeyen bir Haçlı Seferi başlattı. Saflarında bazı Leh şövalyelerini de barındıran Macar ordusu, Varna önlerindeki bu savaştan Osmanlı Ordusuna yenildi. 1455’te Boğdan Prensi Petru Aron, Osmanlı egemenliğini tanıyor, ama öte yandan Lehistan hakimiyetinden de çıkmıyordu. 1504 yılına kadar devam eden bu çelişkili durum, Lehler ile Osmanlılar arasında anlaşmazlıklara yol açtı. 1476’da Lehistan Kralı Kazimierz Jagiellonczyk Boğdan Prensi Stefan Çel Mare’ye destek vermek amacıyla, Fatih Sultan Mehmet’e Marcin Wrocimowski adlı bir elçi gönderdi. Kırım Hanlığı’nın Osmanlı himayesine alınması ve Fatih Sultan Mehmet’in vefatı, Osmanlı-Lehistan ilişkilerini olumsuz etkiledi. II.Beyazıt saltanatının ilk yıllarında Kili ve Akkerman’ın alınması, Lehistan’da, Osmanlı devletine karşı endişeler yarattı. Kralın yolladığı ordu, bu kaleleri geriye alamadı! 22 Mart 1489’de İstanbul’a gelen Elçi Mikolaj Firlej’e, Padişah tarafından Lehistan Krallığına gönderilen ilk Osmanlı ahitnamesini teslim edildi. 1492’de Lehistan tahtına çıkan Jan Olbracht ahitnamenin yenilenmesi ve ilk ticari antlaşmanın yapılması amacıyla, 1494’de İstanbul’a sefir olarak Mikoloj Strzezowski’yi gönderdi. Ne yazık ki barış dönemi uzun sürmedi. 1497’de Kral Olbracht, ordusuyla Boğdan topraklarına gelip, Osmanlı ordusuna karşı başarı kazanamadığı bir savaşa girişti. 1501’de yeni bir antlaşma imzalandı ve yaklaşık yüz yıl kadar süren bir barış sağlandı. XVI.Yüzyıl’da, Kanuni Sultan Süleyman ile Lehistan Kralı Sigismund arasındaki sıcak ilişkiler, uzun bir barış ve dostluk döneminin yaşanmasını sağladı. Bunun tezahürü olarak 1533’de “ebedi ahitname” imzalandı. Bu sayede ticaret, dil ve kültür alanlarında da ilişkiler kuruldu. 1551’de Joachim Strasz, İbrahim Bey adını alarak, Kanuni’nin Lehçe ve Almanca tercümanı oldu. Osmanlı Sarayında sevilip sayılan İbrahim Bey, daha sonra Lehistan’ın Osmanlı Devleti nezdindeki Sefirliğine tayin edildi. Öte yandan Kral, Türkçe öğrenmesi için Krzysztof Dzierzek’i İstanbul’a Elçi olarak gönderdi. Elçi altı yıl kaldığı İstanbul’da, Türkçe’nin bütün inceliklerini öğrendi ve ülkesine döndükten sonra da Kralın baş tercümanı olarak görevlendirildi. Lehistan Kralının tercümanı Fransız asıllı François Mesgnien-Meninski, 1649’da Leh Dili Gramerini yazdıktan birkaç yıl sonra, Türkçe öğrenmek amacıyla İstanbul’a gitti. Lehistan Sefiri olarak görevlendirilen Meninski, Türkçe için de kaynak eser kabul edilen “Türkçe-Arapça-Farsça Sözlüğü”nü ve “Türk Dilinin Grameri”ni hazırladı ve bu iki eser, 1681’de Viyana’da yayımlandı. O tarihlerde İstanbul’da bulunan bir başka Polonyalı, Wojciech Bobowski, Ali Ufki adıyla, musiki sahasında önemli işler yapıyordu. Çocuk yaşında içoğlanı olarak saraya alınan bu Leh, o zamanki Türk musikisine, yeni motifler kazandırıyordu. Sonraki dönemde, zaman zaman çatışmalar; zaman zaman barış anlaşmaları yapıldı. III. Jan Sobieski’nin Lehistan Kralı olmasından sonra takındığı tutum; ardından Osmanlı Ordusunun Viyana’yı kuşatması üzerine, Lehistan Ordusunun, Avusturya ile birlikte Osmanlı’ya karşı savaşa girmesi; Osmanlı Ordusu’nun geriye çekilmesine sağladı ama; bu sonuç Lehistan devletinin yararına olmadı!…Zira, sürekli savaşlar ve soyluların, devleti dışlayarak yaptıkları girişimler, Lehistan’ı zayıf düşürdü ve komşularına bağımlı hale getirdi. 1777’de Osmanlı Sefiri olarak Lehistan’a giden Numan Enis Bey, iki ülke arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesi için büyük çaba harcadı. Varşova’da sekiz ay kalan bu zat, Leh halkı tarafından çok sevildi ve sayıldı. O’nun tavırları, giyim-kuşamı büyük hayranlık uyandırdı. Zaten o dönemde Osmanlı giysileri en şık giysiler; Osmanlı silahları en güzel silahlar olarak kabul edilirdi. Hatta önceki dönemde Jan Sobieski bile, Kırım’dan Türk giysileri getirtir, onları giyerdi. 1790’da Kral Stanislaw August Poniatowski, İstanbul’a gönderdiği Sefir Franceszek Potocki vasıtasiyle, askeri yardımlaşma antlaşması önerdi. Ne yazık ki bu anlaşma hayata geçirilemeden 1792 tarihinde Rus Ordusu Polonya topraklarına girdi!… Üç yıl sonra Lehistan üçüncü kez parçalandı ve Rusya, Prusya, Avusturya tarafından paylaşıldı!… Polonya’nın işgali ve bağımsızlığının sona erdirilmesini tanımayan tek devlet Osmanlı İmparatorluğu oldu. Denilir ki; Padişah yabancı diplomatları kabul ettiğinde, hep Lehistan elçisini sorar, bunun üzerine sadrazam, usulca yaklaşır ve herkesin duyacağı şekilde, padişahın kulağın şunu söyler: Lehistan elçisi yoldadır, ancak gelişi, yollardaki müşkülat yüzünden gecikmiştir…Bu Türk’ün Leh ulusuna olan sevgisinin somut bir tazahürüdür. Şu rivayet de çok yaygındır ve Leh ulusunun büyük çoğunluğu tarafından bilinir: Osmanlı atlıları Vistül Nehrinde su içince, Lehistan kurtulacaktır… İstanbul, uzun yıllar Polonyalı göçmenlerin en önemli yerleşim merkezi oldu. Türkler, yurtsever Leh’lere, Türk Yurdunu daima açık tuttular; onlara yurt kurabilecekleri toprak verdiler; yardımlarda bulundular. 1774’de Rusya ile imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’na göre, bu göçmenlerin Rusya’ya iadesi gerektiği halde, anlaşmanın o maddesi uygulanmadı. XIX. yüzyılda, baskı altındaki Polonyalılar ayaklanma hazırlıkları yaptılar; 1831, 1848 ve 1863’de gerçekleştirilen ayaklanmalar, Polonya tarihinin önemli olayları arasında yer almakla birlikte, Türk tarihini de yakından ilgilendiriyordu. Bu ulusal ayaklanmada başarı sağlayamayan devrim liderleri, başlarını ancak Osmanlı Devletine sığınarak kurtarabildiler. Bunların bir kısmı İstanbul’a geldikten sonra da mücadelelerini sürdürdüler. Rusya ile Avusturya, bu mültecilerin iade edilmesini ısrarla talep ettiler; ama zamanın Osmanlı Padişahı Abdülmecit, bu talepleri reddederken şu sözü de dünya üzerinde yankılandı: “Tahtımı veririm; fakat devletime sığınanları asla geri vermem!…” Polonyalı mülteciler, İstanbul’a yerleştikten sonra, Türk ulusunun gelişimi için önemli hizmetlerde bulundular.Bunların en ünlüsü, 1848 ayaklanmasına katılan ve Murat Paşa adını almış olan General Jozef Bem oldu. Arkadaşlarıyla birlikte İslam dinini kabul eden Murat Paşa, Halep’teki Osmanlı Ordusu’nun komutanlığına atandı. O dönemin bir başka ünlü Polonya’lısı, Kont Michal Czajkowski idi. 1850’de Müslüman olunca Mehmet Sadık adını alan Sadık paşa, kırım Savaşı esnasında Kazak’lardan oluşan Polonya lejyonunun komutanı oldu. 1853-1856 yılları arasında Rus’lara karşı kahramanca savaşan sadık Paşa’nın birliğine Padişah tarafından nişan ve sancak verildi. Kocasıyla birlikte Müslüman olan Ludwika Czajkowska tanınmış kadın bilgindi ve Osmanlı Sarayında saygı dolu dostluklar kurmuştu. Sadık Paşa 1886’da Cihangir’deki evlerinde vefat eden eşini, görkemli bir cenaze töreniyle Polonezköy’de toprağa verdi. Köy sakinleri daha sonra onun anısına bir anıtmezar yaptılar. Asıl adı Konstantyn Borcezki olan Mustafa Celalettin Paşa, 1848 ayaklanmasına karıştığı için, önce Fransa, sonra Türkiye’ye sığındı. Borzecki, İstanbul’a gelir gelmez Osmanlı Ordusuna katıldı ve maiyetinde görev yaptığı Ömer Lütfi Paşa’nın takdir ve sevgisini kazandı. Müslüman oldu ve Ömer Paşa’nın kızıyla evlendi. 1869’da “Les Turcs Anciens et Moderns (Eski ve Modern Türkler)” adlı eserini yayımladı. Fransızca yazılan eser, daha sonra başka dillere de tercüme edildi. M. Celalettin paşa bu eseriyle Türklerin ulusal bilinçlenmelerine katkıda bulunmayı amaçlıyordu. Yıllar sonra Atatürk O’nun için; “Bu Polonyalı, gerçek altında bir anıta layıktır” demişti. Uzun yıllar Harp Okulunda Harita Hocalığı yapan Celalettin Paşa, katıldığı savaşlarda da başarılı hizmetlerde bulundu. Oğlu Enver Bey de, paşalığa kadar yükselen ünlü bir komutandır. Torunu Nazım Hikmet Ran ise, dünya çapında bir Türk şairi olarak adını tarihe yazdırdı. Türk-Leh ilişkileri, Leh diline kimi Türkçe sözcüklerin girmesine neden oldu. Örneğin, Leh dilinde, Türkçe anlamlarıyla birlikte şu sözcükler yer almaktadır: Adam/Adem, aga, Allah, as, atak, baklajan (patlıcan), garnizon, kapuska, kave, kilim, kule, kumandan, torba, şapka, vişne. Ayrıca Kara Kule, Ali Baba, Barbakan gibi Türkçe yer adları da bulunmaktadır. Polonya, Lozan antlaşmasının imzalanmasından bir gün önce, Atatürk’ün kurduğu yeni Türk devletini tanıyan ilk ülke oldu. Büyük Atatürk’ün bu jesti unutması mümkün değildi. Bu nedenle ve de Leh Ulusuna duyulan sevginin tezahürü olarak; Ankara’da yeni bir başkent oluşturulurken, Polonya Büyükelçiliği’ne, en güzel yerden ve geniş bir alan tahsis edilmiş ve burada, Polonya’nın Ankara Büyükelçiliği binasının yapılması sağlanmıştır. Polonya özgürlük ve bağımsızlığını elde ettikten sonra, büyükelçiliği ziyaret eden İsmet İnönü’nün oturduğu koltuk; Polonya Büyükelçiliği konuklarının ağırlandıkları salonda özenle korunmakta ve daima boş tutulmaktadır…

Alıntı:http://www.polonya.org.tr/Polonya_7.htm

BOP istihbarat teşkilatı ve kâğıttan kahramanlar 1 Temmuz 2009

Posted by Aybars in ABD, BOP, Demirel, Erbakan, Ergenekon, Yahudi, İran.
1 comment so far

 

 Türkiye’de bir dönem cinayetler art arda işlendi. İşlenen cinayetler bir dönemin karanlık kapılarının açılmamak adına kilitlendiğin inin işareti olmakla beraber gündem saptırmak toplumu yanlış yönlendirmek amacıyla ustaca uzun uğraşlar,planlar yapılarak yapılmıştır..

 Cumhuriyet tarihinde cinayetten ölenlerin çoğu laik fikir savunucularıdır. Bu kişiler öldürünce topluma, bu cinayetleri İslamcılar yapmış havası verilerek Türkiye’de bir toplumsal iç çelişkiler yaratılmaya çalışılmıştır. Ve buna inanan cahil insanları sokağa dökerek laik anti laik çatışmalarının yaratılması amaçlanmıştır

.Sonuç açıklandıkça cinayet işleyen kişilerin Müslümanlar olmadığı ortaya çıkınca küresel emperyalist güçlerin istihbarat merkezlerinin de gerçek yüzleri ortaya çıkıp deşifre olmuştur.

 Müslümanların yaptığı dediği cinayetlerin biride Uğur Mumcu cinayetidir. Aslında BOP’un oluşturduğu MOSAD, CIA,MI5 sentezi BOP istihbarat merkezinin işlediği bir cinayettir. Özellikle bu sentez BOP istihbarat teşkilatının Türkiye ayağı cinayeti Müslümanlardan alıp şimdi Ergenekon yıkmaya çalışması sürecin ikinci ayağına geçildiğini göstermekte. Yani bir dönem günah keçisi olan Müslüman anlayışın yerini Ergenekon almıştır.

 Tarih 24 ocak 1993 Uğur Mumcu bir taziye ziyareti için evinden çıkar eşine ve çocuklarına her zamanki gibi, arabaya önce kendi binip çalıştırıp onların binmesini söyler. Uğur Mumcu yazın bile çelik yelekle dolaşan bir şeylerden haberi olan insandı. Arabasına biner ve üzücü durum meydana gelir, ustaca yerleştirilmiş orduların sahasında kullanılan tahrip gücü yüksek c-4 bombası patlar Uğur Mumcu paramparça olmuştur………..

 Meclis tarafından Mumcu cinayeti ile ilgili olarak Ersönmez Yarbay başkanlığında ve bazı parti milletvekillerinden bir heyet/komisyon kurulmuştu. Bu vekillerin mecliste yaptığı konuşmalar bile İslam muhalifi insanları “Müslümanlar katildir” demelerinden vaz geçiremedi.

 CHP Ankara Milletvekili ve Heyet Üyesi Eşref Erdem genel kurulda

“Büyük bir ihmal ve görev kusuru söz konusudur, deliller çalı süpürgesiyle süpürülerek yok edilmiştir. Mumcu cinayeti tüm fail-i meçhul cinayetlerin kilit noktasıdır, bu cinayet çözüldüğü zaman bu tür cinayetlerin çözüleceğine inanıyorum “

4 aylık bir çalışma sonrasında da Erdem:”İçtüzükten ve yetersizlikten kaynaklanan engellemelerle karşılaştık.Mumcu’nun ev ve iş telefonlarının dokümanlarını almadık.DGM savcısından vali ,emniyet müdürü ve istihbarat görevlilerinde görev kusuru vardır.”demekte idi….

 Yine ,DSP İzmir Milletvekili ve Heyet üyesi Ahmet .Piriştina ise gurubu adına :

“Büyük bir savsaklama ve görev kusuru söz konusudur. Mumcu cinayeti ile Özal Cinayeti arasında benzerlik vardır. Mumcu çok şey biliyordu. Ancak karanlık güçler de onun çok şey bildiğini biliyorlardı…

Yine heyet üyesi ANAP Milletvekili ve Komisyon üyesi Tevfik. Diker de ,soruşturmanın savsakladığını görev ihmallerinden ve bazı kamu kurumlarının ve kamuların görev ihmali yaptığını belirterek:

“Komisyon yasaları gereğince istenilen kişi ve kişiler ve kamu kuruluşlarından istenilen bilgiler alınamamıştır. Mumcu’nun arabasına bindiğini bile kesin olarak öğrenemedik büyük bir görev ihmali vardır. Susurluk cinayetinde de adı geçen ama yakalanamayan iki kişi Ankara’da bir lüks otelde iki gün önce kalmışlardır. Demekteydi ancak…

 Evet, kamu kuruluşları ve yetkililer ilgilenmemiş ve bu ilgisizlik tamamen Yahudi ve mason kadrolaşmayla ilgilidir…

 Susurluk ve Mumcu olayının araştırmak üzere kurulan heyet üyesi Trabzon ANAP millet vekili Eyüp Aşık da konu ile ilgili şunları söylemiştir:

“Biz Mumcu cinayetini nerdeyse çözmüştük ama devlet büyüklerimiz bizi engelledi”

 Köksal Sönmez imzasıyla dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e “-çok gizli –“ ibareli ve 2 Şubat 1993 tarih ve 01.768.8879/435 sayılı MİT belgesinde Mumcu’nun Mossad ajanları tarafından öldürüldüğünü şöyle anlatıyordu:

“ABD’nin güvenliğini ve hayatî çıkarlarını yakından ilgilendiren, Türkiye’nin gerekli yerlerinde kuvvet bulundurmak ve bu maksatla ,Ortadoğu’yu kontrol altına alıp Türkiye’nin dine dayalı bir yönetim altında girmesini önlemek maksadıyla ABD haber alma sevisi CIA denetiminde İsrail Haim Bar-Lev kontrolünde İsrail “GANDA” birliklerinde eğitim gören altı kişilik özel tim “Hayfa “ deniz üstünden botla Türkiye’ye giriş yapılmıştır.Mezkur timin ülkemizdeki görevleri , teşkilatımızı değerli haber kaynaklarından gazeteci Uğur Mumcu ve Mehmet Ali Birand ‘ı öldürmektir.Gazeteci Uğur Mumcu’yu öldüren tim elemanları Mehmet Ali Birand’ı öldürmek için ülkemizden çıkış yapmışlardır.Tim elemanlarının yaptığımız istihbarat neticesinde İsrail Hükümetinin Ankara Temsilciliğinde kaldıkları tespit edilmiştir..!”

 İsrailli altı kişilik timin önderliğini yapan Haim Bar-Lev 1973 den önce İsrail’in işgalindeki Sira yarımadası doğu yakasının komutanlığını da yapmıştır. Cinayetten dokuz gün sonra hazırlanan ve olay bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren MİT raporuyla

İlgili her hangi bir işlem başlatılmaması dikkatleri tekrar dönemin sorumlularına çevirmiştir. Bilindiği gibi Mumcu suikastından sonra delillerin bilerek yok edildiği ve bazı delillerin de işleme konulmadığı yoğun olarak tartışılmıştır.

 Ağabeyi Ceyhan Mumcu’nun verdiği bilgiye göre :“Uğur Mumcu İsrail’in Barzani’ye(yahudidir /İsrail’in Şifresi/H.Yılmaz Cebi) verdiği 50 milyon doları yazmasından sonra İsrail Büyükelçiliğine çağrılmış ve uyarılmış

İşte yazısı:

 * * *

 MOSSAD ve Barzani

 Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor.

Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir.

MOSSAD, İsrail’in gizli istihbarat örgütüdür.

Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı?

 Barzani’nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi.

Kimse bu ilişkiye, “Hayır olmadı” diyemiyor.

CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu.

MOSSAD’ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sydney’de yayınlanan “Israel’s Secret Wars-A History of Israel’s Intelligence Services” adlı kitapta sergileniyor.

Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan Ian Black ve Washington’daki Brooking Enstitüsü‘nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış.

Kitapta MOSSAD-Barzani ilişkileri, İsrail Dışişleri Bakanlığı ve MOSSAD yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor.

Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu yetkilileri tarafından da incelendiği yazılıyor.

 * * *

 Kitapta 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra, MOSSAD’ın Kürtlerle ilişki kurduğu (sh.327), Mısırlı ünlü gazeteci Hasan el-Heykel’in İsrailli subayların Kürtler aracılığıyla Irak’tan radyo bağlantıları kurduğunu 1971 yılında açıkladığı anlatılıyor.

 1969 yılı Mart ayında Kerkük petrollerine yapılan saldırının da İsrail tarafından yapıldığı açıklanıyor. 1972 yılında imzalanan Sovyet-Irak Dostluk Antlaşması’ndan sonra İran Şahı ABD Başkanı Nixon ile gizli görüşme yapıyor; bu gizli görüşmeden sonra CIA tarafından “Kürdistan Demokratik Partisi”ne üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderiliyor.

 Barzani’nin Irak rejimine karşı ayaklandığı yıllarda, ABD-İsrail-İran üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyor. Barzani-ABD ilişkileri, ABD Dışişleri eski bakanı Henry Kissinger eliyle yürütülüyor.

 MOSSAD-Barzani ilişkileri de İsrail’in Tahran’daki askeri ataşesi Yaakov Nimrodi (MOSSAD Ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyor.

 Nimrodi’nin üstlendiği görev ilginç:

Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani’nin eline geçmesinde rol oynuyor. (sh. 328-329)

Kitapta, MOSSAD’dan Kürtler’e 50 milyon dolar para verildiği, ABD kaynaklarına dayanarak açıklanıyor. (sh.328)

 * * *

 70’li yıllardaki bu ilişkiler bugün sürüyor mu?

Kitaba göre sürüyor.

“Körfez Savaşı” sırasında Irak’ın attığı Scud füzelerinin Tel-Aviv’e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı. (sh.521)

Baba Molla Mustafa Barzani ile kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesut Barzani ile sürüyor.

MOSSAD, Barzani’ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor.

Kitapta, Mesut Barzani’nin İsrail’e gizlice giderek yardım istediği yazılıyor.

Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek…

Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek…

İlgi belli…

İlişki de belli…

Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında?

Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?

 Uğur MUMCU, ( Cumhuriyet, 7 Ocak 1993)

 

 Büyükelçi ile görüşmesinden sonra Uğur Mumcu kâbuslar görmeye başlamış “bacağım koptu bacağım koptu” diyerek sayıklayarak uyanmış. Çok geçmeden de suikasta kurban gitmiş.

Ceyhan Mumcu devamla “Ben İsrail Büyükelçiliğine gittim o zamanki Büyükelçi ile.Zvi Elpeleg’le de görüştüm ve: Şevket Kazan(milli görüşten) Uğur’u mossad öldürdüğünü bir kere söyledi aldırmadınız.Şimdi Adalet Bakanı olarak yeniden tekrarlıyor ne diyorsunuz dedim?

Elinizde bilgiler varsa aktarın dedim. Nezih Tavlaş’ta vardı yanımda… Ondan sonra gittiğime de pişman oldum. Büyükelçi bir şey yaptı

“Ceyhan Mumcu İsrail Büyükelçiliğine gelerek Şevket Kazan yalan söylüyor “diye haber çıkarttı…”

Ben haber yalan dedim ama bu söylediğim Hürriyet’te çıkmadı…

Bende canlı yayında böyle bir şey demediğimi Şevket Kazan’a söyledim…

 Ceyhan Mumcu devamla: Humeyni Uğur Mumcu’yu tanımıyordu bile. Demiştir

 İsrail Büyükelçiliği ile bu konuları görüşmek isteğinde ise Elçilik:”Bu gün tatildeyiz Bilgi verecek kimse yok “Diye karşılık vermemiştir

Cüneyt Arcayürek konu ile ilgili olarak:

“Apo’nun gelmişini geçmişini inceleyip kiminle nerde ne şekilde birden bire Kürt sorunu yarattığını çözmeye çalışıyordu. Kafasına yerleşmiş bir soru vardı Apo MİT’in adamı mıydı? Uğur işte bunu araştırdı. Kafasındaki en keskin soru bu idi ben bunu bulursam kitabım bomba etkisi yapar diyordu” diye söylemiştir

9 ekim 1992 tarihli yazısında Uğur Mumcu :Bu gün PKK örgütü asında kim bilir kaç tane ajan var ?Yalnızca MİT ajanları mı ?Ortadoğu ajan kaynıyor .Kürt örgütleri arasında kaç tane CIA ajanı var “ diye soruyordu.Mumcu daha önce de kontrgerillacılarla iş birliği yaptığını PKK içindeki MİT ajanı pilotu kolladığı ve Kayınbiraderinin Mit Müsteşarı olduğunu doğru mu diye soruyordu…

 8 Ocak 1993 tarihli yazısında söyle diyordu: Birileri Türk halkını Kürt halkına, Kürt halkını Türk halkına düşman edici kanlı tuzaklar hazırlıyor. Yakında yayınlayacağım bir yayınımda Kürt milliyetçilerin ile istihbarat ajanlarının arasındaki ilişkilerine ışık tutacak ilginç belgeler hazırlayacağım. Nihayet Mumcu bu yazısından 13 gün sonra öldü.

(Can Dündar –Celal Kazıoğlu, Ergenekon –İmage Kitabevi-8.baskı).

 DGM baş savcı yardımcısı Ülkü Coşkun: Güldal Mumcu’ya cinayeti devlet işlemiştir devlet isterse olay çözülür açıklamasını yapmıştı..

 Necmettin Erbakan’da:

“Mumcu cinayetinde şüpheler, böyle ustaca bir cinayet olduğundan kontr-gerillaların üzerinde üzerinden toplanmaktadır” diyordu(Hürriyet /23 Ocak 1993)

 Türkiye’de Özel Harp Dairesi adı altında faaliyette bulunduğunu söyleyen Erbakan hükümetten Özel Harp Dairesi’ni faaliyetlerinin yasaklamasını istiyordu.Erbakan’ın iddiasıyla devlet kurumlarını suçlaması.Ülkü Coşkun’un Güldal Mumcu’ya yaptığı açıklamada devletin yaptığı kuşkusu iyice arttı..

 Güldal Mumcu, evini ziyarete geldiği Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’a belgelerden Mit raporundan Erbakan’ın söylediklerinden Şevket Kazanın iddialarından söz etti.

Avukat Emin Değer anlatıyor :

“Güldal Tekrar söz aldı dedi ki: Görüyorsunuz olay bir yerde bitmiyor Müslümanlara atılanlar suçlar iftira idi. Karanlıkta bir duvar örülüyor

Ağar: Altından bir tuğla çekin hepsi yıkılır

Güldal: çekin o zaman.

Ağar: yapamam

Güldal: O halde çekilin başkası yapsın

Ağar: onu da yapamam

Güldal:O halde sizler altıda kalırsınız(5)

 (5-Can Dündar –Celal Kazıoğlu, Ergenekon –sayfa 111.)

Yukarıdaki alıntılardan yola çıkıldığın da ilk görülen şeyin bu gün kuzey Irak’ta kurulmak istenen sözde Kürdistan’ın yani küçük İsraillin gelişim sürecinin deşifre edilmemesi adına cinayetler işlenmesidir.

O dönem oluşturulan küresel karanlık gücün istihbarat birleşimi olan BOP istihbarat servisinin içinde Türkiye Cumhuriyeti içindeki yapılanmalarda sürecin tamamlanmasına katkı sunmuşlardır.

Aslında geçmişin kahramanlarının ne kadar cesaretsiz olduklarının da bir göstergesidir mumcu cinayeti.

En derin saygılarımla

 Miktat Algül

 Gazeteci-Yazar

 

ERMENİSTAN’DA NİYE TEK BİR TANE BİLE TÜRK YOK? 19 Ocak 2009

Posted by Aybars in Ermeni, Türk Soykırımı.
2 comments

[Hüseyin Adıgüzel]

Ermeni soykırımı değil Türk soykırımı (1)

 Ermenistan’da niye tek bir tane bile Türk yok?

Ermenilerin tarihi Ermeniler, beşinci-altıncı yüzyıldan itibaren tarihi kaynaklarda yer almış, İran, Suriye ve Anadolu’nun doğu bölgesinde dağınık olarak yaşayan bir halktır (Atamoğlan Memmedli, Ermenilerin Gerçek Tarihi, s. 9, Bakü, 2005). Tarihleri tamamen efsanelere dayalıdır. Ermeni tarihçisi Karakaşyan; “Ermenilerin geçmişi hakkında tarih ya da salname sayılabilecek bilgiler yoktur” der (Karakaşyan, İstoriya Vostaçnogo Voprosa, Londra, 1905) Vatan olduğunu iddia ettikleri topraklar hiçbir dönemde onların hakimiyetleri altında olmamıştır. Ermeni tarihçisi Kapançyan’a göre; “Ermenilerin ilk vatanı Hayasa olmuştur. Hayasa, bugünkü Fırat, Çoruh ve Aras Nehirlerinin akış istikametindeki toprakları kapsamaktadır. Batıdan doğuya doğru uzunluğu 150-170 km.den çok değildi” (Kapançyan, G. Hayasa, Kolibel Ermeniya, s. 64, Erivan, 1948). Fakat Heredot, Evdoks gibi tarihçiler Ermenilerin bu topraklara dışarıdan geldiklerini yazarlar. İ. M. Dyakonov; “Tarihen açıktır ki, Ermeniler Küçük Asya topraklarına dışarıdan, başka bir yerden gelmişlerdi. İÖ yedinci, altıncı yüzyılda eski Ermeni halkı Fırat yaylasına yerleşmiştir” der (İ. M. Dyakonov, Ermenistan Tarihi, s. 209, Moskova, 1968) Kaynaklar ve belgeler Ermenilerin vatan saydıkları Fırat, Çoruh ve Aras Vadisi’ne, tıpkı Kimmerler gibi, İskitler gibi, Hurriler gibi, Saklar gibi sonradan gelip yerleştiğini yazmaktadır. Ermeniler tarih boyunca bir iki küçük krallıktan başka bir devlet kuramamışlardır ve genelde bu küçük krallıklar, zamanının güçlü devletlerine bağımlı olarak yaşamışlardır. Kimi zaman Bizans, kimi zaman Selçuklu, kimi zaman Emevi, kimi zaman Abbasiler bu alanların hakimi olmuşlar ve Ermeniler onlara bağımlı olarak yaşamışlardı (Atamoğlan Memmedli, Ermenilerin Gerçek Tarihi, s. 13, Bakü, 2005). “Ermeniler, en güzel ve hoş yıllarını Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşamışlardır. O kadar ki, isyanların başladığı dönemlerde bile, Osmanlı paşası, Osmanlı milletvekili, Osmanlı bakanı Ermeniler vardı” (Prof. Dr. Cemil Hesenli, Rus-Ermeni-Tü rkiye İlişkileri: 1915-1921, Bakü, 2002). Ermeniler için yapılmış en güzel ve gerçekçi tespitlerden biri budur. Çünkü Ermeniler Osmanlı toprakları içerisinde en fazla ilgi gören, kayırılan, korunan bir halk olmuşlar ve Osmanlılar Ermenilere o kadar güvenmişler ki, onlara “Tebay-ı Sadıka” (sadık teba) adını vermişlerdi. Bu durum, askerlik yapmayan Ermenilerin hızla artmasına, ticaret ve küçük sanayi diyebileceğimiz sanayinin ellerine geçmesine neden olmuş, ellerindeki para ile de çok geniş topraklar alarak zenginleşmişlerdir. Doğu Anadolu’nun birçok yerindeki büyük Ermeni çiftliklerinin çalışanların çoğu Türklerdi. Yani tabi bir milletin fertleri gerçekte efendi konumundaydılar. Ermenilerin katlettiği Türk köylüleri… Ermeni sorununun ortaya çıkışı Ermeni sorunu, bizim bazı araştırmacı ve tarihçilerimizin iddia ettiği gibi 1876/1877 Osmanlı Rus Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmış bir sorun değildir. Eğer Ermeni sorununu, sadece Anadolu Türklerinin bir sorunu olarak görürsek bu iddiaya hak verebiliriz. Fakat sorun sadece Anadolu Türkleri ile değil, dünya Türklüğü ile, hiç olmazsa Azerbaycan Türkleri ile yakından ilgili olduğu için, başlangıç tarihinin daha gerilere götürülmesi gerektiği düşüncesindeyim. Bu, hem Anadolu Türklerini 1915 saplantısından kurtaracak hem de sorunun tüm Türkleri, bilhassa Anadolu Türkleri ile Azerbaycan Türklerini ilgilendirdiğ ini ve birlikte bu sorunun üstüne gidilmesi gerektiğini ortaya koyacaktır. Ermenilerin soykırım iddialarına başladıkları 1948 yılından beri, Anadolu Türkleri 1915 yılına saplanıp kalmışlar, 1915 yılında bir soykırım olmadığını, sadece tehcir (yer değiştirme) yapıldığını iddia etmekten, yani kendilerini savunmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Bunun yeterli olmadığı, yirmi beşten fazla ülke parlamentosunun soykırım iddialarını kabul etmesinden açıkça görülmektedir. Bu durumda bir politika değişikliği şart gibi görünmektedir. Savunmadan vazgeçip hücuma geçilmeli, esas soykırım yapanların Ermeniler olduğu kanıtlanmalıdır. Bunun için, sorunun başlangıcını biraz daha geriye götürmek, o tarihten bu yana Azerbaycan Türklerine ve Anadolu Türklerine yapılan zulüm ve işkenceler, toplu katliamlar, sürgünler ve soykırımlar ortaya çıkarılmalıdır. 1915 sorun değil, soykırım değil, iki halkın uzun yıllardan beri sürdürdükleri mücadelesinin dönüm noktası, hesaplaşma tarihidir. Bu tarihte Anadolu Türkleri Ermenilerle hesaplaşmışlar ve ilişkilerin boyutunu tam anlamıyla gerçekçi bir şekilde ortaya koymuşlardır. Bunun adına ne derseniz deyiniz, burada bir hesaplaşma söz konusudur. Bu olay, Ermeni katillerinin masum halkı, silahsız sivil halkı katletmesinin önüne geçilmesidir ve burada yaptıklarının hesaplarını vermeleri söz konusudur. Duruma böyle baktığınız zaman 1915’in öncesinde bir şeyler olduğu sonucuna varırsınız. Yani Osmanlı, ortalıkta hiçbir neden yokken Ermeni halkını tehcir etmemiştir. 1915’in öncesi vardır. 1915’ten önce Anadolu’nun içinde bir şeyler olmuştur. Azerbaycan’da bir şeyler olmuştur. Bütün bu olanlar 1915’in nedenleridir. Bir de olayın sonrası, yani 1915’in sonrası vardır ki, bu da tamamen Azerbaycan Türklerine yöneliktir ki, yapılan katliamlar, 21. yüzyılda insanlığın ulaştığı boyutu göstermesi açısından da ilginçtir! Bize göre Ermeni sorunu, İran ve Azerbaycan arasında imzalanan Türkmençay Anlaşması (1828) ile ortaya çıkmış bir sorundur. Çünkü o tarihte Ruslar, Türk topraklarında daha kolay yayılma ve yerleşme düşüncesi ile Ermenileri kışkırtmış, onlara vatan ve devlet vaat etmişlerdir. Bu düşünce ile bir iki yıl içerisinde Türkiye’den ve İran’dan getirilen iki yüz bine yakın Ermeni Azerbaycan topraklarına yerleştirilmiş tir. O tarihlerde İran’ın Rusya elçisi olan Griboyadev; “1829-1830 tarihleri arasında Erivan bölgesine İran’dan kırk bin, Türkiye’den seksen dört bin Ermeni getirilerek yerleştirildi” diyor (Gribodayev, Rusya Anıları, s. 73, Tahran, 1901- Tahran, 1972) Bunlar, bölgeye yerleştirilen Ermenilerin sadece bir kısmıdır. Erivan bölgesi dışarıdan getirilen Ermenilerle doldurulurken, Ruslar, yerli halk olan Azerbaycan Türklerini de sürgüne gönderiyorlar, onların topraklarını Ermenilere veriyorlardı. ” Erivan guberniyası (bölgesi) 15. yüzyılın başlarından 1828 yılına kadar Türk hanlar tarafından yönetilmiştir ve tamamen bir Türk toprağıdır. Halkın büyük çoğunluğunu Ermeni göçlerine kadar Türkler oluşturuyordu” (Hovhannes Şahhatuyan, Ecmiadzin Vilayetinin ve Ararat Baş Kazasının Tarihi, c. 2, s. 765/766, Erivan, 1921). 1926 yılında Ermenistan’da 500.000 olan Türk nüfusun bugün en az 1.500.000 olması gerekirdi. Halbuki Ermenistan’da hiç Türk yaşamamaktadır. Peki bu 1.500.000 Türk’e ne oldu? Türk soykırımı Birinci Dünya Savaşı devam ederken 1917 yılında Ermeniler Güney Kafkasya’daki Türk topraklarına saldırı başlattılar. Yüzlerce Azerbaycan köyünü yakıp yıktılar. Taşnak saldırganlarından bir birliğin komutanı olan A. Emiryan; “Sadece Erivan guberniyasında Taşnaklar tarafından iki yüz Azerbaycan köyü yakılıp yıkılmıştır” diye yazıyor (Favst Bhozand, no. 3 sıra 18). Bu bölgedeki katliamları kendi gözleri ile görmüş ve gören subaylarından bilgi almış olan Amiral Bristol, günlüğüne şunları yazmış: “Ben, General Dro ile birlikte çalışmış kendi subaylarımın verdiği bilgilere dayanarak… korumasız köyler önceden bombalanır, sonra zaptedilir, kaçamamış köy sakinleri vahşice öldürülür, köy yağmalanır, bütün mal ve para götürülür, sonra ise yakılırdı. Bütün bunlar Müslümansız (Türksüz) bir Ermenistan için sistemli olarak yapılırdı” (Nalbandyan, V. S. Ermenistan Literatürü, s. 23, Erivan, 1976). Birinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği günlerde, Kafkasya’daki tüm Türk topraklarını ele geçirmeye kararlı olan Ermeniler, savaştan kaçan Rus askerlerinin de desteği ile 31 Mart 1918 günü Bakü’ye girdiler. On iki bin Azerbaycan Türkünü iki gün içinde katlettiler. Azerbaycan Türklerine ait gazete binalarını, kültür kurumlarını yakıp yıktılar. Camileri ve kutsal mekanları top ateşine tuttular. Arşiv belgelerine göre sadece Bakü’de on iki bin; Haçmaz, Kuba, Hacıqabul ve Saylan’da sekiz bin kişiyi, silahsız ve savunmasız yirmi bin Azerbaycan Türkünü katlettiler. 28 Nisan 1920 tarihinde ise bu sefer Bolşevik olarak Bakü’ye giren Ermeniler, Pankaratov komutasında bir-iki gün içinde şehir halkının yarısından fazlasını, on altı bin Azerbaycan Türkünü acımasızca öldürdüler. O tarihlerde Kafkasya’da görevli olan İngiliz generali Bristol anılarında bu katliamlar hakkında şunları yazıyor: “11 Nisan 1920 tarih ve 00214/738 sayılı raporla Dışişleri Bakanlığına durumu bildirdim. Ermeniler; Ermenistan, Azerbaycan ve Türkiye’de Türkleri vahşice katlediyorlar. Bu tam anlamı ile bir soykırımdır. Bunun durdurulması ancak Majestelerinin Hükümetinin uyarısı ile olabilir.” Erivan Bölgesi İngiliz Komutanı Albay A. Rawlinson, “Advantures in the Near East 1918-1920 (Yakın Doğu Maceramız)” isimli kitabının 227. sayfasında; “Kısa zaman içinde Ermeni çetelerinin Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye topraklarında yaptıkları vahşi katliamlar hakkında insanı dehşete düşüren bilgiler aldım. Dehşete düştüm ve insanlığımdan utandım” diyor. 9 Haziran 1849 tarihinde ilan edilen Çar Nikolay fermanı ile oluşturulan Erivan özerk bölgesinin Ermeni nüfusunun arttırılması gerekiyordu. Bölgenin Ermenileştirilmeye başlanması ile birlikte, oraya yerleşecek Ermeni bulmak ve Anadolu Türkleri ile Azerbaycan Türklerini korkutarak yerlerinden kaçırmak için terör eylemleri yapılması gündeme geldi. 1887 yılında Avetis Nazarbekyan Hınçak (Zil) örgütünü, 1890 yılında ise bir grup Rusya Ermenisi Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaksutyun) gizli terör örgütünü kurdular. Bu iki gizli terör örgütü, bilhassa Rusya’nın açık desteğini alarak, “Türksüz Büyük Ermenistan” ülküsünü hayata geçirebilmek için, “tarihi vatan” dedikleri topraklarda (Güney Kafkasya-Fırat-Ç oruh-Aras Vadisi ve Akdeniz Bölgesi) organize ettikleri terörist saldırılarla, binlerce masum Türk-Ermeni insanın ölmesine neden oldular. Tam bir cinnet içerisinde, canice saldırılarla kendi insanlarını da katlettiler. Bir Ermeni tarihçisi olan Arakel Babakhaniyan; “Hınçak ve Taşnak liderleri, yetiştirdikleri teröristlere, hem Ermenilerin hem Osmanlı ve Azerbaycan Türklerinin arasında, şehirlerde ve köylerde kendileri için tehlikeli olabileceğine inandıkları insanları öldürme emri vermişlerdi. Bu teröristler Türklerin kanlarını dökmekte hiç tereddüt etmediler. Onlar kendilerine yardım etmeyen varlıklı, varlıksız Ermenileri de öldürdüler. Yani bu katiller sürüsü, şeytani emellerine ortak olmak istemeyen ve onlara yardım etmeyi reddeden kendi insanlarını da acımasızca öldürdüler… Bu arada Hınçak komitesinin özel bir ölüm kolu da kuruldu ve Türkiye Ermenilerinin kaderi bir avuç Rusya Ermenisinin ellerine teslim edilmiş oldu. Bu olay Ermeni tarihinin dönüm noktasıdır. Çok uzun yıllar sürecek kanlı olaylar bundan sonra başlayacak ve Ermeni Kilisesi de bir araç gibi olaylardan yararlanacaktı r” diye yazıyor (Leon Arekel Babakhaniyan, Türk-Ermeni Devrim İdeolojisi, c. 2, s. 642, Paris, 1934-1945). Bu iki gizli örgütün militanları kiliselerde eğitiliyor, barındırılıyor ve kiliselerin yönlendirmesi ile cinayet işliyorlardı. Bunların mensuplarının Ermenileri kışkırtması sonucu bilhassa Doğu Anadolu’daki Türk köylerine saldırılar düzenleniyor, savunmasız, masum sivil halk katlediliyordu. Hınçak ve Taşnaksutyun terör örgütlerinin işledikleri cinayetlerin büyük çoğunluğu hayasız ve edepsiz, güya bilim adamı Ermeniler tarafından Türklerin üzerine atılıyor, Kilisenin ve Katalikosun emri ile güya tarih yazan, belge düzenleyen bu sahtekarlar Avrupa’yı ayaklandırmayı , Avrupa hükümetlerini etkilemeyi başarıyorlardı. Bu yapılanmada başrolü her zaman Ermeni Kilisesi oynuyor ve Kilisenin istediği her şey yapılıyordu. Terör örgütlerinin silahlı militanları daha çok kiliselerde barındırılıyor, yetiştiriliyor ve korunuyordu. Ermenistan nüfusu nasıl değişti? 1829 Türkmençay Anlaşması’ndan sonra Rusların kurulmasını vaat ettikleri Ermeni devletinin hiç toprağı yoktu. Üzerine konmaya çalıştıkları topraklar tarihi Türk toprakları idi ve o tarihlerde üzerinde yüz binlerce Azerbaycan Türkü yaşıyordu. 1849 tarihinde Çar fermanı ile kurulan Özerk Erivan Ermeni Bölgesi’nde elli yıl sonra, yani 1897 tarihinde kendilerinin yaptıkları bir çalışma ile nüfus tespiti yapıldı: “Toplam nüfus 829.550 ve bu nüfusun 313.178’i Azerbaycan Türküdür” (Hovhannes Şahhatuyan, Ecmizadin Vilayetinin ve Ararat Baş Kazasının Tarihi, c. 2, s. 765-766, Erivan, 1921). Erivan bölgesinde yüz on yıl önce 313.178 kişi olan Azerbaycan Türklerinin bugün bir milyondan fazla olması gerekir. Ama ne acıdır ki, bırakın o bölgeyi, Ermenistan’ın bütününde tek bir Azerbaycan Türkü yoktur. Peki orada 1897 yılında yaşayan bu insanlara ne oldu? Buhar olup uçtular mı? Yoksa sürgüne ve soykırıma mı uğradılar? Buhar olup uçmayacaklarına göre, bunların soykırıma uğradıkları ve yok edildikleri gayet açıktır. Ermeni tarihçi Korkodyan; “1920 tarihinde Sovyet Ermenistanı Devleti’nde Taşnakların soykırımından dolayı ancak on bin civarında Azerbaycan Türkü kalmıştı” diyor (Korkodyan, Ermenistan’ın Nüfusu: 1831-1931, Erivan, 1937). Yani yirmi üç yıl içerisinde, Erivan bölgesinde 313.178 olan Azerbaycan Türkü sayısı 10 bine iniyordu. Üç yüz bin kişi, kelimenin tam anlamı ile katlima, soykırıma ve etnik temizliğe tabi tutulmuştu. Yine aynı dönemin tarihçilerinden biri olan A. A. Lalayan, “İstoriçeskie Zapinski” isimli eserinde; “Bu dönemde, Ermeniler tarafından Azerbaycanlıları n katledilmesi, etnik temizliğe tabi tutulması önceden planlanmış Kilise-devlet politikasıydı. Bu politika sadece Azerbaycan toprakları ile sınırlı kalmamıştır. Bu yüzden Ermenistan’da Taşnak hükümetinin otuz aylık (Mayıs 1918-Kasım 1920) iktidarı döneminde, Ermenistan arazisinde yaşayan Azerbaycan Türklerinin yüzde altmışının katledilmesine kimsenin şaşırmaması gerekir” diye yazıyor. Nüfusunun yüzde yüzü Ermeni olan bir ülke… 1926 yılında yayınlanan Büyük Sovyet Ansiklopedisi’ nin Ermenistan maddesinde Ermenistan’ın nüfusu 1.510.000 olarak verilmiştir. “Etnik durum” başlıklı başka bir maddede ise bu nüfusu meydana getiren milliyetler sıralanmıştır. “795.000 Ermeni, 575.000 Azerbaycan Türkü ve 140.000 diğer milliyetler. ..” Bugün Ermenistan’ın nüfusu resmi belgelere göre iki buçuk milyondur ve bunun içerisinde maalesef diğer etnisitelerden tek bir fert bile yoktur. Burada da yukarıda sorduğumuz soruyu yineleyelim. Doksan yıl içerisinde, 575.000 Azerbaycan Türküne ve 140.000 olan diğer etniklere ne oldu? Bu insanlar kayboldu mu? Yoksa soykırıma mı uğradılar? Kaybolmaları mümkün olmadığına göre soykırıma uğradılar ve zorla sürgüne gönderildiler. Yani etnik temizlik yapıldı. Bu yüzden bugün dünyada Ermenistan kadar homojen bir ülke yoktur. Nüfusunun yüzde yüzü Ermeni olan bir ülke… Kafkasya’nın o karmaşık etnik yapısı içerisinde bu iş nasıl başarıldı? Etnik temizlik ve Türk soykırımı yapılarak!… SSCB Politbürosu 23 Aralık 1947 tarih ve 00902 sayılı bir karar aldı. Bu karar gereği, Ermenistan denilen yapay ülkede yaşayan Azerbaycan Türkleri yerlerinden, yurtlarından zorla göç ettirildi. Gitmek istemeyen, direnmeye çalışan 476 Azerbaycan köyü yerle bir edildi, binlerce insan öldürüldü, binlerce insan zorla topraklarından sürüldü. O günlerin gazetelerine akseden birkaç haberi verelim: “Yollarda kalanlar, yolların kenarına yorgunluktan çöküp kalanlar bir daha yerlerinden hiç kalkamadılar. Büyük göç ölüm kervanı haline gelmişti. Yüz elli bin kişiden ancak kırkbir bini gidecekleri çöllere ulaşabildiler” (Rabonçski gazetesi, 23 Aralık 1952, Bakü). “1948 yılından 1952 yılına kadar yurtlarından zorla çıkarılan Azerbaycan Türklerinin yüz binden fazlası yollarda öldü ya da öldürüldü” (Komünist gazetesi, 21 Şubat 1953, Erivan). Bazı ansiklopedik bilgileri karşılaştırarak, Ermenilerin yaptığı Türk soykırımının belgelerine ulaşmak çok kolaydır. Mesela Büyük Sovyet Ansiklopedisi’ nin 1960 yılı baskısında SSCB’de yapılan nüfus sayımının sonuçları yer alır. Buna göre o zaman Ermenistan’ın toplam nüfusu 1.501.600’dir. Bu toplam nüfusun 1.301.000’i Ermeni, 107.700’ü Azerbaycan Türkü, geriye kalanı diğer milliyetler olarak verilir. Yine aynı ansiklopedinin 1995 yılı baskısında Ermenistan’da 155.000 Azerbaycan Türkünün yaşadığı yazılıdır. Ermenilerin nüfusu ise 2.101.752 olarak gösterilir. Aradan geçen otuz beş yıl içerisinde Türk nüfus 48.000 kişi artarak 155.000 olurken, Ermeni nüfus 855.000 kişi artmış, 2.100.000’e ulaşmıştır. İki halkın nüfus oranlarını onda bir olarak ele alırsanız, Türk nüfusun en az 85.000 kişi artması gerekir ki, Türklerde nüfus artış oranı dünya ortalamasının üzerindedir. Burada tam tersi bir oran söz konusudur. Bu normal olmayan durumun nedeni ya Türklere soykırım yapılması ya da Ermenistan’ın dışarıdan gelen göçlerle doldurulmasıdı r. Her iki hal de soykırımı gözler önüne seren sonuçlar çıkarır. Çünkü Ermeni göçleri, zaten dar olan ülkede toprak sıkıntısı yaratıyordu. Gelen Ermenilere verilecek toprak yoktu. Bu yüzden Azerbaycan Türklerinin topraklarına saldırılar yapılıyordu ve bu da etnik temizliği ve soykırımı ortaya çıkarıyordu. 2001 yılında Ermenistan’da yayınlanan Ansiklopedia Hırist Armenia isimli Ermeni ansiklopedisinde Ermenistan nüfusu 2.969.555 olarak verilmiş. Aynı askiklopediye göre Ermenistan’da yaşayan Azerbaycan Türklerinin sayısı 5.568’dir. 1995 yılında 155.000 olan Azerbaycan Türkleri, aradan geçen altı yıl içinde 150.000 azalarak 5.500’e düşmüştür. Savaş olmadı, deprem olmadı, sel olmadı, yangın çıkmadı. Ne oldu da altı yıl içinde 150.000 kişi yok oldu? 2001 yılında orada yaşayan 5.500 Azerbaycan Türkü de artık yok! Bunun adı Türk soykırımı değilse nedir? Ermeniler, Sovyetler Birliği’nin çatırdamaya, sallanmaya başladığı yıllarda, yine Ermenistan’da konuşlanmış Rus birliklerinden destek alarak Karabağ’a saldırı başlattılar. Bu saldırının amacı Ermenistan ile Karabağ arasında bulunan Azerbaycan topraklarını ele geçirmek ve Ermenistan ile Karabağ’ı birbirine bağlamaktı. 1992 yılının Şubat ayında Ermeni ordusu Hocalı baskınını ve katliamını gerçekleştirdi. Tüm dünyanın ” demokrasi ve insan hakları” çığlıkları attığı bir dönemde yapılan bu saldırıda çocuk ve kadınlar dahil 653 Azerbaycan Türkü vahşice katledildi. Hem de tüm dünyaya insanlık dersi vermeye kalkanların gözleri önünde. Hocalı katliamı 20. yüzyılın son çeyreğinde işlenmiş en büyük insanlık suçu olarak tarih mahkemesinin önünde durmaktadır. Miloseviç’leri yargılayıp ölüme mahkum edenlerin bu insanlık suçunu görmezden gelmeleri, onların insanlık için değil, sadece çıkarları için hareket ettiklerinin en canlı kanıtıdır. Bu hesap kesinlikle sorulacak ve Ter Petrosyan’ları n, Koçeryan’ların döktükleri Türk kanları, yaptırdıkları Türk soykırımı, tarihin şaşmaz adaletinin önüne konulacaktır.

Müslümanların durumu 19 Ocak 2009

Posted by Aybars in Müslümanlık.
add a comment

Ahmet Musaoğlu amusaoglu@ahmetmusaoglu.org

İradem dışında bana gönderilen, 17. Uluslararası Müslüman Topluluklar Birliği Kongresi Sonuç Bildirgesi’ne yönelik bir iki düşüncemi sizinle paylaşmak için yazıyorum:

1- Sonuç bildirgesinde, İslam dünyasının “Post Modern Sömürgeci” emperyalist yayılmanın hedefi haline geldiği vurgulandı (DENİYOR)… “Post Modern Sömürgeci” emperyalist yayılma TANIMLAMASI yanlıştır. Müslümanlar kendi tarihsel kültürel modellerine, kavramlarına göre konuşmalııdırlar. Sömürge sömürgedir, moderni veya postmodern’i olmaz. Sömürgecilik de emperayalizm değil, Batılı (köktendinci) Beyaz’ın, kendinden başkalarını insan bile görmeyen ve yeryüzündeki hammadde kaynaklarının sadece kendilerinin olması gerektiği İNANCIDIR…

2- Kongrede Kadın ve Aile, İnsan Hakları gibi konuların gündem yapılması, Müslümanların, Batılı Beyaz’ın kendilerine, bu “iki alan” üzerinden saldırdıklarının görülemediği olmaktadır. Ayrıca, çalışmaların; Siyasi İşler, İktisadi Sorunlar, Eğitim ve Kültürel Sorunlar, Sanayi ve Teknoloji, Kadın ve Aile, İnsan Hakları ve İnsani Yardımlaşma ve Dayanışma Komisyonları olmak üzere 7 Komisyon üzerinden değil, başta ve öncelikle, bunların hepsi olan KÜLTÜR üzerinden yapılması gerektiği, bu uygulamanın ancak “gerçek kimlik” oluşturabileceği kanaatini de taşıyorum…Kongrede, 37 ülkeden 70 yabancı ve 100 yerli katılımcının olması çok fazla bir şey ifade etmez, onlardan ne kadarının “gerçek tarihsel kültürel modele” sahip olup olmaması önemlidir.

4-Bildiride, bugün İslam dünyasının “Post Modern Sömürgeci” emperyalist yayılmanın hedefi haline geldiği vurgulanıyor, ırkçı- tekelci emperyalizmden SÖZ EDİLİYOR Kİ, bu değerlendirmeler çok yanlış. Doğrusu şu: “Köktendinci Protestan Hıristiyan-Yahudi”nin , Tanrının Krallığı düşleri-Günlerin Sonu misyonları için, Katolik Hıristiyanlığı yok ederken İslamı/coğrafyasını da yok etme uğraşı yaşanıyor.

5- Bildiride, “..adil olmayan uluslar arası düzen sorun üretmekte ve dünyamızı yoksulluk ve sefalete sürüklemektedir” DENİLİYOR….Müslüman Topluluklar denilenlerin, süren Küresel Isınma iddialarının Müslüman toplum denilenlerin tarım ve enerji politikalarını değiştirmekle yoksullaştırdığını görmesi gerekiyor.

6-Bildiride, “Kız çocuklarının eğitimi için Dünya çapında düzenli bir fon oluşturulmalı bu fondan İslam dünyasındaki başarılı çocuklar desteklenmelidir”. DE DENİLMEKTEDİR Kİ, bu fiilen Batılı Beyaz’ın Müslüman Toplumlara saldırı silahıdır…töre cinayeti, kadına şiddet denilerek yapılan da bu…sahi neden erkek çocuklar da değil de kızlar… -Ben Müslümanım diyenlerin ve onları idare edenlerin mutlaka bilgilenmeleri gerekiyor…İKRA, sadece OKU demek değildir, BİLGİLEN DE DEMEKTİR…yoksa her okuyan bilgilenmez…

 

Bildiriye çok daha fazla eleştiri yapabilirim de, gerek yok, Müslüman Toplum denilenler, başta temsil noktasında bulunanlar EĞER BİLGİ SAHİBİ OLSALARDI Müslümanlar bugünkü zelil durumda olur muydu, cevap; olmazdı…buna rağmen  siz arzu ederseniz, aksini de düşünebilirsiniz… çünkü, “yaşam tercih”tir, tercih sizin…

 

Kim beni iradem dışı bu guruba neden üye yaptı bilemiyorum, bana sorulması gerekirdi diye de düşünüyorum…Dahası bana meşguliyetim yetiyor…

Kimseyi incitmek için de yazmadım, yanlış anlamak isteyen olursa da bu onun “tercih sorunu” olur!..

 

saygı ile de…

—– Original Message —–
From: reyhan şengün
To: ANAFOR GOOGLEGROUPS ; KELEBEKLERVADİSİNDE GOOGLEGROUPS
Sent: Monday, June 02, 2008 2:37 PM
Subject: Anafor…

Numan Kurtulmuş 19 Ocak 2009

Posted by Aybars in Kişiler, Milli Gazete, Saadet P..
add a comment
  • Şevket Kazan Selanik göçmeni bir aileye mi mensup
  • Hocaların hocası diye ünlenen Sabahattin Zaim Beyaz Türkmü
  • Birlik Vakfı Mason mu
 
Çiçeği burnunda Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş bir medeniyet projesi sözüdür diline pelesenk edip duruyor sürekli. Ancak bunun bir türlü tanımını yaparak çerçevesini çizip içini doldurmuyor. Bu projenin Millî Görüş ve Adil Düzen olduğunu da açık seçik üzerine basa basa belirtmiyor.

Şimdiye kadar net olarak söylediği şu: Tüm insanlığı 1975 Tarihli Helsinki Nihai Sözleşmesine davet ediyorum. Buna göre sözünü ettiği, Batı Medeniyeti olsa gerek.  Yani namı diğeri Haçlı Medeniyeti!

 

Oysa Erbakan milletimizin 1000 yıllık muhteşem medeniyeti diye Selçuklu ve Osmanlı İslam Medeniyetinden söz ettiğini her vesile ile ve çeşitli bakış açılarıyla hep net şekilde ifade ede geldi…

 

Sultan Alparslan’ın Malazgirt Zaferinden, Sultan Fatih’in İstanbul’u Fethinden, Kanuni Sultan Süleyman’ın Viyana Kuşatmasından ve Millî Selamet Partisi öncülüğünde Millî Görüş zihniyeti sayesinde gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtından milletimizin örnek başarıları olarak daima övgü ile söz etti…

 

Millî Görüş’ün, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri’ndeki hakkı üstün tutan cihad ruhunun temsilcisi; Adil Düzen‘in, bu 1000 yıllık muhteşem medeniyetin devamı; Osmanlı’nın 10 katı büyüklüğüne ulaşacak İslam Birliği‘nin çekirdeğini temsil eden D-8’in ise Yeni Bir Dünya için tarihi büyük bir adım ve milat olduğunu her fırsatta dile getirdi…

 

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde milletimizin hakkı üstün tutan, batıla ve zulümlerine karşı cihad eden, yeryüzünde hak ve adaleti koruyan yüce hasletlerinin bugün dünyadaki tek temsilcisinin Millî Görüş olduğunu beyinleri çatlatırcasına açık seçik şekilde haykırdı…

1897’de Basel (İsviçre) Siyonist Kongresinde alınan kararlar gereği Yahudi Devleti kurmak için Theodor Herzl tarafından Sultan II. Abdülhamit’ten Filistin topraklarının büyük meblağlarda para karşılığı istendiğini, verdiği sert ret cevabı üzerine kısa sürede büyük padişahın tahttan indirildiğini, ardından hayata geçirilen Siyonist Plan sonucu Osmanlı Devleti’nin dağıtıldığını yana yakıla hep anlattı…

 

1897 Siyonist Kongresinde hazırlanan plan doğrultusunda ilk 50 yılda İslam coğrafyasının ortasında 1948’de bir çıban gibi İsrail Devleti’nin oluşturulduğunu, 1997’ye denk gelen ikinci 50 yılda ise arz-ı mev’ud üzerinde Büyük İsrail Projesinin hayata geçirilmesi girişiminin bu sırada Türkiye’yi yöneten 54. Hükümet tarafından sonuçsuz bırakıldığını ayrıntılarıyla dile getirdi…

 

 Millî Görüş‘ün; -bu satırbaşlarıyla aktardığımız süreçte- Osmanlı Devleti’ni yıkıp büyük milletimizden liderliği alan dünya siyonizmine karşı Yeniden Büyük Türkiye projesi ile bu misyonu yeniden üstlenmek için rövanş mücadelesi verdiğine özellikle dikkat çekti…

…Ve şimdi soruyoruz:

 

Geçtiğimiz 26 Ekim günü yapılan Olağan Büyük Kongrede Millî Görüş’ün temsilcisi Saadet Partisi Genel Başkanlığına getirilen Prof. Dr. Numan Kurtulmuş o günden beri sıkça televizyonlara, gazetelere konuşuyor… Saadet Partisi toplantılarında hitap ediyor…

Ancak Millî Görüş ve yüklendiği misyondan asla söz etmiyor. Millî Görüş’ün 40 yıllık şanlı mücadelesini, yol açıp neden olduğu Türkiye ve dünyadaki değişimi, muhteşem başarılarını dile getirip mazisine sahip çıkmıyor. Siyonizm sözcüğünü ise hiç ağzına almıyor. Bir sürü şey konuşuyor, söylüyor ama Millî Görüş’e ait dişe dokunur bir şey kendisinden duyamıyoruz.

Erbakan’ın 40 yıllık şanlı siyasi mücadelesinden, görüş ve düşüncelerinden, muhteşem söylem ve eylemlerinden, başarılarından ve ona karşı sürdürülen amansız kirli mücadeleden hiç konu açmıyor, haklılığını dile getirip savunmuyor; ancak bir tufeyli şeklinde siyasi mirasına konmaya çalışıyor.

 

Gidip masonik hinterlanda ait Birlik Vakfı‘nda -hiçbir zaman Millî Görüşçü olmak bir yana- daima Millî Görüş partilerinin en sinsi muhalifleri olmuş bir topluluğa hitap ediyor ve sözde hocaların hocası Prof. Dr. Sabahattin Zaim’den sitayişle söz ediyor, ona aidiyetini dile getiriyor.

 

Sabahattin Zaim’in Beyaz Müslüman denilen Sabetayist kesimin bir önemli unsuru olduğu bilinmektedir. Numan Kurtulmuş’un Erbakan yerine müteveffa Sabahattin Zaim’e yakın durup aidiyet iddiasında bulunmasının altındaki asıl neden onunla taşıdığı ortak Yahudi kanı mıdır?

Katıksız bir Sabetayist olan İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde ülkede sürdürülen dehşetengiz İslam düşmanlığına rağmen… Numan Kurtulmuş’un dedesi emekli Binbaşı Numan Kurtulmuş tarafından -Latin harfleriyle yazılan ilk dini kitap olarak- Amentü Şerhi‘nin her yerde ve hatta askeri kışlalarda bile peynir ekmek gibi satışa çıkarılmasındaki ayrıcalığın nedeni onun da Beyaz Müslüman tabir edilen bir Sabetayist olması mıdır?

 

Süleyman Arif Emre Siyasette 35 Yıl adlı kitabında Millî Nizam Partisi’nin bir yönetim kurulu toplantısı sırasında şahit olduğu bir olayı anlatarak; önemli şeyler anlatacağım, mutlaka Erbakan ile görüşmem lazım diye haber salması üzerine içeriye çağrılan ve adının Musa Saffet Bayramaşık olduğunu söyleyen bir kişiden söz ediyor…

 

Kitaba göre, ABD Yahudi Cemaatinin temsilcisi olduğunu belirterek konuşmaya başlayan bu zat İsrail ve Siyonizm aleyhine sürdürülen söylem ve tutumdan vazgeçilmemesi halinde Millî Nizam Partisi’nin kapattırılacağı tehdidinde bulunuyor.  Erbakan’ın oradan kovması üzerine; siz bilirsiniz benden günah gitti diyen bu şahsın tam da tehdit ettiği gibi gerçekten de Anayasa Mahkemesine dava açılıp Millî Nizam Partisi kapatılıyor.

 

Ancak sonraki gelişmeler Erbakan’ın bu şahıs ile görüşüp uzlaştığını gösteriyor!!!

Erbakan, 1971’de kapatılan Millî Nizam Partisi yerine 1972’de kurduğu Millî Selamet Partisi ile 1973 Genel Seçimine girdi, 48 milletvekili ve 4 senatör çıkardı ve çeşitli koalisyonlarla aralıksız 4 yıl iktidar oldu. MSP’yi ise Anayasa Mahkemesi değil, 12 Eylül 1980 askeri darbesi diğer bütün partilerle birlikte kapattı…

 

Aklın yolu birdir: Süleyman Arif Emre’nin yazdıkları doğruysa; Erbakan o zatla görüşüp uzlaşmadan bütün bunları yapamazdı.

 

O halde mademki Erbakan, ABD Yahudi Cemaati Temsilcisi Musa Saffet Bayramaşık ile uzlaştı; peki, ne tavizler verdi?

 

Bunu da sonrasındaki gelişmelerden çıkarmak mümkündür…

Örneğin, Erbakan hiçbir zaman İsrail ve Siyonizm aleyhtarı söylemden vazgeçmedi. Demek ki başka türlü tavizler vererek uzlaştı. Bu tavizler ne olabilir?

 

Sakın, Millî Selamet Partisi kilit noktalarına demirbaş olarak Beyaz Müslüman denilen Sabetayist Yahudi unsurlar yerleştirilmiş olmasın? Çünkü sonraki gelişmelerden başka türlü bir taviz gözlemlenmesi pek söz konusu değil!

 

Öyle ise bu Beyaz Müslüman unsurlar kim olabilir?

Gördüğümüz kadarıyla MSP’den itibaren Millî Görüş’ün tüm partilerinde demirbaş olarak Erbakan’ın sağ kolu konumunda vazgeçilmez olan kişilerin başında Şevket Kazan ve Oğuzhan Asiltürk geliyor.

 

Şevket Kazan çıktığı bir televizyon programında siz Erbakan’ı ne zaman tanıdınız sorusuna şu cevabı veriyordu: Ben Erbakan’la ilk kez Eskişehir’de verdiği konferansta 1973 Haziran’ında karşılaştım…

 

Şimdi bakalım: 1973 Haziran’ında ilk kez Erbakan’ı görmüş. 14 Ekim 1973 seçiminde ise İzmit’ten MSP milletvekili seçilip ardından CHP-MSP koalisyonunda Çalışma Bakanı yapılmış! Seçim takvimi dikkate alınırsa Şevket Kazan Erbakan ile ilk kez karşılaştığında adaylık sözü almış olmalı!

 

Peki, bu yıldırım hızıyla yükselişini neye ve kime borçlu? Bunun için kimden referans getirmiş olmalı?

 

Yoksa Musa Saffet Bayramaşık‘tan mı; niçin olmasın?

Bir ara Milliyet Gazetesi, yakınlarda vefat eden Şevket Kazan’ın ağabeyi ile yaptığı bir kısa söyleşiyi yayımlamıştı. Orda diyordu ki: Biz Selanik göçmeni bir ailedeniz. Ben ticaretle uğraşıyorum. Şevket ise özel dersler alarak kendini din konusunda yetiştirdi, İzmit’te fahri vaizlik yaptı.

 

Herhalde bunu; Şevket Kazan İslami bir partide siyaset yapmak için özel yetiştirildi şeklinde anlamak yanlış olmaz.

 

Oysa İzmit’te aday iken Şevket Kazan’ın benim kökenim Çerkez dediğini biliyoruz. Bir ara Van’da aday olmuştu, orda da ben Türkmen’im diyordu. Bazen de soyadına atıf yaparak soyum Kazan Türklerine dayanıyor dediği oluyor.

 

Bunca bilgi verdikten sonra bir oldukça kolay soru soralım:

Numan Kurtulmuş’un en büyük destekçisinin Şevket Kazan olması ne anlama gelir?

Ve kolaylık olsun diye bir hatırlatma daha: Hani Tayip Erdoğan ve arkadaşları için ya Erbakan’ın elini öperler, her dediğine baş üstüne derler; ya da defolup giderler diyorlardı…

 

Numan Kurtulmuş’a neden böyle bir rest çekilmedi?

 

 

Lafın tamamı aptallara söylenirmiş.

 

Ama demedik ne kaldı?

[Saadet! Şimdi] … Numan Kurtulmuş’un yüklendiği misyon Millî Görüş mü yoksa başka bir misyonmu?

 

Ahmet Niyaz <ahbinniyaz@gmail.com>

Silah ararken… 19 Ocak 2009

Posted by Aybars in Uncategorized.
add a comment

Toprak altı kazılarını izleyen deneyimli bir silahlı kuvvetler mensubu, o anda düşündüklerini ve gözlemlerini sıralıyor:

1 – Patlayıcı ve silah yan yana gömülmez.
2 – Yalıtım olmadan hiçbir silah oksitlenmeden kalamaz… Yalıtım için 2004 tarihli gazete değil, kilolarca balmumu vs. kullanmak gerekir…
3 – Lav silahı elektrikli ateşlemeyle çalıştığı için yer altına gömülemeyecek silahlardandır..
4 – Silah ve patlayıcı dozerle aranmaz…
5 – Silah, insan ayağı basmasının çok zayıf olduğu yerlere gömülür. Apartman aralarına, elektrik direklerinin yakınlarına değil…
6 – Silahlara belli dönemlerde periyodik bakım yağlama temizleme vs. gerekir.. Senelerce silah toprak altında bırakılmaz.
7 – Gömdüğünüz yere çelik ızgaralar yoluyla su kanalları yapmanız gerekir.
8 – Bu bilgileri bu konuda eğitim almış herhangi bir askerden rahatça öğrenebilirsiniz.. Polis bu araştırmayı yapacak bilgi ve donanıma sahip değildir. Acil bilirkişiye başvurularak bu silahların gerçekten ne olduğu, nereden geldiği ortaya çıkarılmalıdır…

SONUÇ; BU BİR KOMPLODUR!!!